içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

MEĞER DANS ETMEK NE AĞIR SUÇMUŞ
 
 
Meğer dans etmek, bir ülkenin sabrını sınayan en tehlikeli eylemmiş.
Bir bedenin ritme teslim olması, bir toplumu “ahlaksızlığa” sürüklüyormuş meğer.
Manifest grubunun konserinde dans ettikleri için haklarında “teşhir suretiyle hayasızca hareketlerde bulunma” suçundan bir yıla kadar hapis isteniyor.
Yani suçun adı: hareket etmek.
Suçun delili: ritim.
Suçun mahalli: bir konser sahnesi.
Ama mesele sadece Manifest değil.
Bu iddianame, bir topluma “Sen kıpırdama!” diyen binlerce yıllık korkunun yeni kopyası.
Tarihin her döneminde otoriter iktidarlar önce bedene karıştı.
Çünkü beden, ruhun en asi parçasıdır.
Söz sustuğunda dans konuşur.
Ve dans konuştuğunda, tahtlar titrer.
M.Ö 186'da Antik Roma’da Bağbozumu (Bacchus) şenliklerinde kadınlar dans etti diye Senato kararıyla yasak geldi.
Suçlama aynıydı.
“Toplumun ortak edep duygusuna zarar verdiler.”
Bugünkü iddianameyle birebir aynı cümle.
Sparta’da sadece savaş dansı serbestti çünkü disipline hizmet ediyordu.
Ama Dionysos’un serbest ritimleri “zayıflık” sayılıyordu.
Bedenin özgürlüğü değil, itaati kutsaldı.
Tıpkı bugün olduğu gibi.
Orta Çağ’da kilise dansı “şeytanın dili” ilan etti.
Papa VIII. Bonifatius, “Tanrı’ya dua ederken bedenini oynatan, ruhunu şeytana teslim eder” dedi. Dans eden rahibeler afaroz edildi, kadınlar “cadı” damgası yedi.
Oysa onlar sadece müziğin ritmini duyuyorlardı.
Bugün ise savcıların kalemiyle yazılmış bir başka aforoz var. “Hayasızca hareket.”
Bu topraklarda da bedenin zikrine yasak geldi.
II. Mahmud döneminde, 1826’da Yeniçeri Ocağı’yla birlikte Bektaşi tekkeleri kapatıldığında, Mevlevi dergahları da denetim altına alındı.
“Sema”nın vecdi, “aşırı coşku uyandırıyor” diye yasaklandı.
Neyin sesi bile kısıldı bir süre.
Oysa Mevlana “Biz sema ederiz çünkü dönmeyen taş olur” demişti.
Ama devlet, döneni değil, el pençe divan duranı severdi.
Bedenin vecdi bile tehdit sayıldı.
Bugün sahnedeki bir sanatçının adımı suçsa, o geçmişin yankısıdır.
Bu ülkede “edep”, dans edenin değil, rüşvet alanın, istismarı saklayanın, halkı soyanın yüzünde aranmalı.
Ama oraya bakmak cesaret ister.
O yüzden en kolay hedef, sahnedeki bir genç kadının kalçası, bir erkeğin adımıdır.
Devlet, bedenden korkar.
Çünkü özgürce hareket eden beden, itaat etmeyen zihin demektir.
Müziğe karışan beden, buyruğa sığmaz.
O yüzden dans, her dönemde “tehlikeli fikirlerin kıvılcımı” olarak görüldü.
Cromwell İngiltere’sinde düğünlerde dans etmek yasaktı.
Şarkı söyleyenler bile “Tanrı’ya saygısızlık”la yargılandı.
Tiyatrolar kapatıldı.
Tarihçiler o dönemi “sessizlik yılları” diye yazar.
Çünkü hiçbir müzik sesi kalmamıştı, sadece emirler yankılanıyordu.
Bugün Türkiye’de de aynı sessizlik arzulanıyor.
Gülmeyen, oynamayan, soru sormayan bir toplum…
Bir ülke düşünün, her şeyi cezalandırıyor ama nefreti değil.
Bir ülke düşünün, şarkıyı suç sayıyor ama yalanı değil.
Bir ülke düşünün, kadının giyimine karışıyor ama tarikat yurtlarındaki çocuk tacizlerini değil.
Oysa, dansı yasaklamak, insanı yasaklamaktır.
Çünkü insan, doğduğunda ağlamaz sadece kıpırdar.
Ritmi öğrenen ilk varlık insandır, nefesin bile bir dansı vardır.
Kalbin atışı, dünyanın ilk davuludur.
Manifest’in dansı o yüzden rahatsız etti.
Çünkü o bedenlerde özgürlük, o ritimlerde hayat vardı.
Ve ölüm sessizliği isteyen bir rejim için bundan daha büyük tehdit olamazdı.
Bu yazı 1148 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum