içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Refik Halit Karay...
Kalemi de, dili de sivriydi...
Eğilip bükülmeden, düşüncesini açıkça belli etti hep. Bu sebepten ömrü sürgünlerde geçti.
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden Memleket Hikâyelerini; Sinop, Ankara, Çorum ve Bilecik'te sürgündeyken, İstanbul'a duyduğu hasretle yazdı.
Eğitimci yazar Seyit Kemal Karaalioğlu Refik Halit’i şöyle anlatır: Refik Halit Karay, «Yeni Lisan» akımının tutunmasında önemli payı bulunan, konuşma dilini yazılarında büyük bir ustalıkla uygulayan bir yazardır. Hikâyelerinde ve romanlarında renkli bir görgü ve gözlem zenginliği göze çarpar. Romanlarında, çoğunlukla aile üstünde durur. Hiçbir belli teze bağlanmaksızın, sağlam bir teknikle, başarılı çevre tasvirleri içerisinde nefis bir üslupla olayları anlatır. Ağır fikre, derin çözümlemelere, tezli saplantılara girmeden yalın bir şekilde aktarır.
İstanbul Türkçesini en iyi kullanan yazar Refik Halit Karay, 18 Temmuz 1965 tarihinde, İstanbul’da bir hastanede ayrıldı aramızdan. Eserleriyle sonsuza kadar yaşayacak...
*****
Her güne bir öykü bir şiirle başlamak ne güzeldir. Dilerseniz bugüne de Refik Halit Karay’ın “Eskici” adlı öyküsüyle başlayalım. Ne dersiniz?
“Vapur rıhtımdan kalkıp ta Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar. “Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.” dediler. Hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla da güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar, bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’daki gibi; “Hasan gel! Hasan git!” demiyorlardı. İsmi değişir gibi olmuştu. “Hassen” şekline girmişti. “Taal hun yâ Hassen” diyorlardı, yanlarına gidiyordu. “Ruh yâ Hassen...” derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular. Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti. Göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile…
Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek, dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü; “Gemel! Gemel!” dedi. Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
-Ya habibi! Ya ayni!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Böyle haftalarca sustu...
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
Hep sustu…
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı. Yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine bürüp; düğümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu. Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu; Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu…
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu; “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-İstanbul’dan geldim.
-Ben de o taraflardan... İzmit’ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu; “Ne diye düştün bu cehennemin ortasına sen?”
Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu; “Sen niye buradasın?” Öteki başını ve elini şöyle salladı; “Uzun iş manasına...” Ve mırıldandı; “Bir kabahat işledik de kaçtık!”
Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle bir teviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişmeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı. Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki; küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktaydı; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktaydı.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama!
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne, bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.”
*****
Bu güzel öykünün ardından dönelim Refik Halit Karay'a... Mustafa Kemâl önderliğindeki milli mücadeleyi 'ümitsiz bir çaba' olarak nitelendirip, İstanbul Hükümetini destekledi Refik Halit Karay...
Ve yeni kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından; 'Yüzellilikler' listesine konup, yurt dışına sürüldü.
15 yıl süren Halep ve Beyrut sürgünlerinde ise, vatan hasretiyle, Gurbet Hikâyelerini yazdı.
*****
Dedim ya dostlar: Türkiye'nin en önemli yazarlarından Refik Halit Karay, 18 Temmuz 1965'te, İstanbul'da bir hastanede ayrıldı aramızdan.
Aşk evliliği yaptığı ve kendisinden 24 yaş küçük olan eşi Nihal Hanım da dayanamadı bu ayrılığa, O da göçtü hemen ardından sonsuzluğa...
Refik Halit, Halep'teki sürgündeyken Mustafa Kemal ATATÜRK ile bir akşam yemeğindeki yaşanmışlığını şöyle aktarır Yakup Kadri Karaosmanoğlu:
"Bir akşam, ATATÜRK, sofraya oturduğumuz sırada, çatal, kaşık sesleri arasında, "Efendiler!" dedi. Der demez, sesler bir bıçak gibi kesildi. “Beni dinleyiniz! Size bu akşam tadına doyulmaz bir ziyafet-i edebiye çekeceğim.”
Elindeki cep boyutlarındaki kitabı göstererek; “Bu kitap Refik Halit’in, yirmi yıllık bir akıl hastasının şuuru yerine gelip kendini baştanbaşa değişmiş bir Türkiye içinde bulunca, tekrar delirişini gösteren bir tiyatro piyesidir.” Ardından okuma gözlüğünü taktı ve kitabı sofrada bulunanlara okumaya başladı.
Refik Halit Karay'ın, “Deli” adlı tiyatro piyesini sonuna kadar okudu. Okudukça kahkahalarla güldü, sofradakiler de O'na katıldı.
ATATÜRK kitabı bitirdikten sonra gülmekten yaşaran gözyaşlarını sildi ve “Yazık oldu Halit’e!” diyerek İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya döndü ve “Ne yapacaksak yapalım, O'nun bir an önce memlekete dönmesinin çaresine bakalım.”
*****
Böylece 1938 affı çıktı...
Af haberinin ardından; Tan Gazetesi’nde, 'Refik Halit’ten Telgraf' başlıklı bir yazı yayınlandı:
"Dönüş sevincim katmerlidir! Sevgili yurdumu ne halde bıraktım? Nasıl bir harika ile karşılaşacağım? Dumanı yaslı tüten bir fabrika bacası tanırdım: Zeytinburnu...
Ankara'da tek bina Taşhan'dı...
Bankalarda dilimiz ötmez, şirketlerde sözümüz sökmezdi.
Trende Türkçe'mi Rumlaştırmadan, biletçiye meramımı anlatamazdım. Tokatlıyan'da Frenkçe söylemezsem, garsona dilediğimi kolayca yaptıramazdım.
Plajlarımızda yüzen yabancılara kıyıdan korkarak bakar, Avrupa'dan dönerken hudutta şapkamı pencereden atardım.
Memlekette toprağın kurusu bizim, yaşı elindi...
Bıraktığım haldeki bu vatan yerine, istiklâl ve mucize ülkesine kavuşmaktan duyduğum heyecan içinde; şu yaşımda, ağlar-güler ilan bebeklerine döndüm.
Mütemadiyen tekrarladığım söz: Yaşa ATATÜRK!..
Beni gurbette de göğsümü kabartarak yaşatan; ATATÜRK!.."
*****
Ruhun şâd olsun Refik Halit Karay...
Anısına, Türk edebiyatına katkısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla...
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum