içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Ara Güler, 96 yaşında...
 
 
Gün, Ara Güler dostlar...
Gerçek adı, Mıgırdiç Ara Derderyan...
16 Ağustos 1928'de, İstanbul Beyoğlu'nda doğdu. Ölmedi, yaşıyor eserlerinde; insan ve sanatçı duruşuyla. Sonsuza kadar da yüreğimizde yaşayacak. Ara Güler, 96 yaşında...
*****
Günüdür; bu güzel yüreği anmalı, hatırlamalı, hatırlatmalı. Buyurun, öncelikle Usta'nın fotoğraf ve insanla ilgili sözleri:
"İnsan olmadığı zaman hayat olmaz. Onun için benim fotoğraflarımda hep insan vardır. İnsan, sevgisini kaybetmişse hiçbir şeyin önemi yoktur aslında. En mühim şey insan sevgisidir. Her şey buna bağlıdır. İnsan sevgisi oldukça fotoğraf da gelişecektir. Çünkü her şey, fotoğraf da, insan içindir. Sevgisiz insan, insansız da fotoğraf olmaz.
Ben yaşayan insanın fotoğrafını çekerim. Manzara çekmem, manzara fotoğraf değildir. Manzara, bir şeyin yeniden kaydıdır. Yenilik değildir. Bir insanın bir ânının yakalanması, o zaman değer taşır benim için. Ben, insanlı, yaşayan fotoğraf çeken adamım. Boşluk beni ilgilendirmiyor.
Bugün artık fotoğrafçılar, para kazanmak için bu işi yapıyorlar. İnsanları sevmiyorlar. İnsanlara birer obje olarak bakıyorlar. Ben onlarla oturuyorum, konuşuyorum, konuşurken halini anlamaya çalışıyorum, içlerinde olup fotoğraflarını çekiyorum. Ama onlar uzaktan tele-objektiflerle falan çalışırlar. Yaşamıyorlar. Sarhoşla sarhoş olmuyorlar mesela...
Binlerce, milyonlarca insan binlerce, milyonlarca yoldan dünyanın dört yanına gider. Birbirine kavuşanlar, birbirinden ayrılanlar olur. Binlerce otobüs, milyonlarca yol yalnızca bu işe hizmet eder. Binlerce, milyonlarca insan aynı şeyi duyumsar, aynı şeyi ister. Birbirlerinin yanından geçer, konuşur, ayrılırlar. Her insanın pusulası, sanırsın onları birbirinden uzaklaştırmak için yaratılmıştır. Her an yanından geçen binlerce, milyonlarca mutluluktan habersizdir insan. Köpük içinde hapsolmuş sinekler gibi…"
*****
Kendini fotoğrafçı olarak değil de, gazeteci olarak tanımlayan Ara Güler doğdu bugün…
Ermeni bir ailenin oğlu olarak; 16 Ağustos 1928'de, Dacat Bey’den oldu, Verjin Hanım’dan doğdu. İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde, dedim ya, Mıgırdiç Ara Derderyan adı ile…
İsmini “Yakışıklı Ara” olarak bilinen Ararat Kralı Ara Geghetsik’ten, göbek adınıysa dedesi Mıgırdiç'ten aldı.
1935 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu’nda; eczacı olan babası Dacat bey, Güler soyadını aldı. Ve Mıgırdıç Ara Derderyan, Mıgırdıç Ara Güler oldu. Babası Dacat Güler, Giresun'un Şebinkarahisar ilçesinin Yaycı köyünden, altı yaşındayken öğrenim görmek için İstanbul'a gönderildi.
*****
Babasının memleketine ve köyüne düşkünlüğünü şöyle aktarır bir röportajında:
“Bir gün babam, ‘Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun?’ dedi. ‘Hadi gidelim...’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik.
Giresun’dan Şebinkarahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı köyüne geçtik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Kiliseyi aradı, bulamadı...
Mezarlığı tarla yapmışlar...
Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı. ‘Çocukken anam beni, dövenin üzerine koyar, dolaştırırdı’ dedi. Hemen köylüler döven kurdu; babamı da içine koydular, döndü. Ben de fotoğraf çektim. Baktım, babam ağlıyor... Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce, çocukluğu aklına gelmiş.
Sonra Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum!’ dedi: Ekledi ardından, ‘Buranın kara yemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken, yanıma torba içinde yemişler vermişti. Onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım.’
‘Baba, gözünü seveyim, 100 kilometre yol geldik. Şimdi yemiş için 100 kilometre geri gideceğiz, 100 kilometre tekrar bu tarafa geleceğiz, sabah olacak. Başka sefer alırsın.’ dedim. İstanbul’a döndük...
Babam dört ay sonra öldü...
Meğer derdi, oğlunun O'nu köyüne götürmesiymiş. Cenazeye gideceğimiz gün, evin kapısı çaldı. ‘Kimsiniz?’ dedim. ‘Dacat Güler’i arıyoruz’ dediler.
‘Dacat Güler’i kaybettik. Şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin.’ dedim.
Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş. ‘Siz de gelin cenazeye’ dedim ya... Yanlarında da bir sandık vardı. Baktım, karayemiş getirmişler. Babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler...
Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri...
Hepsini ceplerime doldurdum, ceplerim şişti. Öyle gittim cenazeye...
Tam babamı toprağa koyacaklar,
-Tabutu açar mısınız, dedim.
-Olmaz, dine aykırıdır, dediler.
-Siz açın, bir şey koyacağım, dedim…
Açtılar...
Döktüm yemişleri…
Babamı, çocukluğunun yemişleriyle birlikte gönderdim öteki dünyaya. Şişli mezarlığında yatıyor şimdi…”
*****
Ara Güler ki; 'bir güzel yürek' oğlu, bir güzel yürek...
Kendisini fotoğrafçı olarak görmüyor demiştim ya; Türkiye'de yaratıcı fotoğrafçılığın, en önemli temsilcisiydi de...
Kendini hep gazeteci olarak gördü Ara Güler...
“Ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark budur. Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider, olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar ona göre çalıştım...”
*****
Çocukken sinemadan çok etkilenen Ara Güler'e babası, Getronagan Ermeni Lisesi’nde okurken 35 mm'lik bir film makinesi ve bir fotoğraf makinesi alır. Lisedeyken tanışır hayatının Aşk’ıyla, fotoğraf makinesiyle...
Ve girişimciliği sayesinde lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her dalını öğrenmek üzere çalışmaya başlar. Bir yandan da yönetmen ve oyun yazarı olma hayaliyle Muhsin Ertuğrul'un tiyatro kurslarına devam eder. Bu yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlanır. 1950'de, Yeni İstanbul gazetesinde gazeteciliğe başlar.
1954 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girer ve fakülteyi 1958 yılında bitirir. Aynı yıl, Time-Life, Paris-Match ve Der Stern dergilerinin Yakındoğu foto muhabirliği görevlerini üstlenir. Aynı zamanda Hayat dergisinde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaktadır. 1953'de Henri Cartier Bresson ile tanışarak, Paris Magnum Ajansı'na katılır.
İngiltere'de yayımlanan "Photography Annual Antalojisi", dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımlar Ara Güler’i...
Ve Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği'ne tek Türk üye olarak kabul edilir. 1962'de, Almanya'da çok az fotoğrafçıya verilen "Master of Leica" unvanını kazanır ve İsviçre'de çıkan Kamera dergisinde kendisine özel bir sayı ayrılır.
1979'da ise Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin foto muhabirliği dalındaki birincilik ödülünü alır. 1980'de fotoğraflarının bir kısmı Karacan Yayıncılık tarafından kitap haline getirilir. 1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan, Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı Mimar Sinan kitabını fotoğraflar. Bu kitap, 1987'de, Institute of Turkish Studies tarafından İngilizce olarak yayınlanmıştır.
“Ara Güler'in Sinemacıları” kitabı, 1989 yılında, Hil Yayınları tarafından basılır. Yıllarca üstünde çalıştığı Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları; 1992 yılında Fransa, ABD, Birleşik Krallık, Singapur'da değişik isimlerle yayımlanır.
Dünya Şirketler Grubu, Ara Güler’in, 1994'te "Eski İstanbul Anıları", 1995'te "Yitirilmiş Renkler" kitaplarını yayımlar. Ana Yayıncılık ise aynı yıl, "Bir Devir Böyle Geçti", "Kalanlara Selam Olsun" ve 1995'te "Yüzlerinde Yeryüzü" adlı kitaplarını yayımlar.
*****
Arşivinde 2 milyonu aşkın fotoğrafı bulunan Ara Güler, fotoğraflarını hep Leica markalı makinesiyle çekmiştir. Fotoğraflarının büyük bir bölümü Fransa, ABD ve Almanya'da çeşitli müzelerde sergilenmekledir.
Bütün dünyayı gezerek foto röportajlar yapan, bunları Magnum Ajansı ile dünyaya duyuran Ara Güler; İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, Charlie Chaplin, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yapmış ve fotoğraflarını çekmiştir.
Gazeteci Nezih Tavlaş'ın Ara Güler'in hayatını anlattığı “Foto Muhabiri” adlı 343 sayfalık kitapta; Usta’nın doğduğu günden itibaren tanık olduğu olaylar, kronolojik bir sırayla anlatılır. Ben de bu kitapta yer alan ve foto röportajları sırasında Usta’nın yaşadığı ilginç anılarından bazılarını aktarmak istiyorum sizlere…
*****
İlk konuğumuz Picasso…
Cannes Film Festivali’ni izlemeye gönderilen Ara Güler, kapıda fotoğraf çekmeye başlar. Birden herkesin yere düştüğünü ve yanı sıra lambaların devrildiğini görür.
O ânı şöyle anlatır: Biri geliyordu ama kimdi? Çelimsiz, küçük boylu, sıradan bir adam geliyordu. Bu adam Picasso’ydu…
Picasso’nun sadece 2 kare fotoğrafını çekmiştir. Picasso’nun kitabının yapılacağını duyunca yayınevine gider. “Ben de sizinle gelip günlük yaşamını çekeyim” der. Böylece Picasso’yla buluşma gerçekleşir.
Dünyanın en ünlü ressamı korka korka gittiği dişçi dönüşünde Ara Güler ile buluşur ve "Sen Fransız ressam Cezanne’a benziyorsun. Dur senin bir resmini çizeyim” der. Ara Güler, hiç kıpırdamadan poz verir. Picasso O’nu çizer. Altına da imzasını atar. Bundan dolayı Ara Güler, "Türkiye’de bir adet orijinal Picasso var, o da benim evde." der…
*****
Bir başka yaşanmışlık Sophia Loren’le. Onu da Ara Güler’in kendi anlatımıyla dinleyelim:
''Sophia Loren’i bilir misiniz? Amerika’da bir organizasyonda yine, O’nun asansöre bindiğini görünce asansöre binmiştim ben de. Yukarı çıktık beraber. Otel odasının ortasında da yatak var. Kadın yorgundu. Ayakkabılarını çıkardı, yatağın üzerinde oturdu. ‘Burada böyle dururken resminizi çekebilir miyim?’ dedim. ‘Çek’ deyince, birkaç tane çekip Türkiye’ye gönderdim. Türkiye’de hemen afiş yapmışlar; ‘Muhabirimiz Ara Güler, Sophia Loren’in yatak odasında’ diye. Laf mı bu şimdi?''
*****
Sırada Salvador Dali var:
“Salvador Dali’nin Paris’te kaldığı otele gittim, 101 numarada kalıyormuş. Kapısını açtım, bana bakıyor.
-Niye benim fotoğrafımı çekmek istiyorsun, dedi.
-Çok meşhursun da onun için, dedim.
-Benim dakikam 25 bin dolardır, dedi.
-Güzel ama ben bir dakikada fotoğraf çekemem ki, dedim. Beni tuttuğu gibi dışarı attı.
O akşam bir Yahudi arkadaşımla yemeğe gittim.
-Dali beni dışarı attı, dedim.
-O benim vaftiz babam, dedi.
-Ama sen Yahudi’sin, O Hıristiyan nasıl olur, dedim.
-Sen karışma, dedi. Gitti konuştu.
Ertesi sabah saat 11’de birlikte gittik odasına. Dali bana bakıyor, ben O’na.
-Senin fotoğrafını çekmeliyim. Adamakıllı bir fotoğrafın yok, dedim.
-Kimse yokken gel, dedi.
Ertesi gün saat 10’da gittim, üç gazeteci daha geldi.
-Hani benden başka kimse olmayacaktı, dedim.
-Dur ben onları hemen gönderirim, dedi.
Elinde de gümüş saplı bir baston var. ‘Bilin bakalım, ziftin formülü nedir?’ dedi. Kimse bilemedi. Formülü kafadan attı.
-Benim adım Salvador Dali, bu bastonu ziftin içine sokar çıkarırım. Beş kuruşluk baston olur 50 bin dolar. Sen bunu yaparsan deli derler. Şimdi dediğimden ne anladınsa git onu yaz, dedi. Üçünü birden toplayıp dışarı attı. O fotoğrafları o gün çektim."
*****
Alfred Hitchcock ile devam edelim:
"Alfred Hitchcock ile yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana alarak bir fotoğraf çekmek istedim. Hitchcock da rejisör olduğu için, fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Sabah 11.00’de başladığımız çalışma hiç unutmuyorum akşam 5’te bitti. Bana kızdı başlarda, sevmedi ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki; ben matrak biriyim, rahat rahat çalıştık sonra. Ben de içimden; 'Yahu ben, Picasso’larla falan çalışıyorum. Sen de kim oluyorsun? Sen Hitchkock isen ben de Ara Güler’im.' diyorum."
*****
Ve son olarak Charlie Chaplin…
Ara Güler, hayranı olduğu Charlie Chaplin’in fotoğraflarını da çekmek ister.
“Chaplin benim dünyamı kuran, bana vizyon sağlayan, hayata bakmayı öğreten adam. O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da Amerikalı ünlü yazar Eugene O’Neill’in kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün, kar kıyamet demeden fotoğraf çekmek için bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, ‘Konuşursan konuş, ama resim çekme’ dedi. Adam yürüyen iskemlede, felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü O da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımasız olduğunu biliyordu. Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı, o nedenle onun fotoğrafını fırsat bulduğum halde çekmedim.”
*****
Türk, Ermeni, Kürt, Laz, Hristiyan, dinsiz, zenci, sarı benizli, Çinli, Koreli, ateist, ne fark eder? İnsanın bu dünyada; yüreğidir, kapsadığı yer…
Dedim ya: Güzel yürekli anne babanın oğlu, bir güzel yürek diye…
Dacat Bey’den oldu, Verjin Hanım’dan doğdu, 96 yıl önce bugün, 16 Ağustos 1928’de bir yaz gününde…
Mıgırdiç Ara Güler…
İnsan evladı işte! Doğumu gibi, ölümü de var. Bu âlem var olduğu sürece doğacak ve zamanı geldiğinde ölecek insanlar, tüm canlar…
17 Ekim 2018’de, soğuk bir İstanbul akşamüstünde, İstanbul’da Florence Nightingale Hastanesi’nde kaybettik O’nu…
Hiç ölür mü bu dünyada yüreklere dokunan böyle güzel insanlar, sanatçılar, şairler, edebiyatçılar; zamanı geldiğinde atlarına binerler sadece, giderler ve yaşarlar eserlerinde…
Çok sevdiği babasının yanında şimdi kendisi de...
Kavuştular...
Şişli Aile Mezarlığı'nda...
Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla...
Şiir'aydın dostlarım, benim insanlarım. Bir çiçek bahçesinin içinde kuş cıvıltılarıyla geçsin gününüz. İnsan için, can için, güzellikler için çabalayan biz, hepimiz; birbirimizle bir bütünüz...
 
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum