-
Sedat Kaya
Tarih: 30-09-2023 12:58:00
Güncelleme: 30-09-2023 12:58:00
ŞADAN GÖKOVALI'YI ANMAK
Bugün Akyaka'da önemli bir anma var.
Prof. Dr. Şadan Gökovalı anılacak.
İş insanı ve Gökovalı'nın yakın arkadaşı Hamdi Yücel Gürsoy'un her yıl düzenlediği bir anma bu.
Akyaka Yücelen Otel'de saat 14.00'te.
Davetliydim.
Katılmayı çok istiyordum.
Muğla'nın yetiştirdiği değerli eğitimci, yazar, şair Hamdi Topçuoğlu büyüğümle Şadan Gökovalı'yı anlatacaktık konuklara.
Maalesef bir sağlık sorunum nedeniyle katılamıyorum.
Üzgünüm.
Dilim döndüğünce biraz buradan anlatmak istiyorum bu bilge insanı.
Şadan Gökovalı'yı 1980 yılında Ege Üniversitesi Basın, Yayın Yüksek Okulu'nda tanıdım.
Sanat Tarihi hocamızdı.
Çalışkan bir talebe değildim ben.
Sadece ders anlatan, öğrencilerini dersin içine sokmayan hocaları sevmezdim.
Çok dinlemezdim de.
Şadan Gökovalı farklıydı.
Dersi anlatmıyor, yaşatıyordu.
Antik kentleri gezdiriyor, mitolojilerinden söz ediyordu.
O yüzden mitoloji ve arkeolojiye merak sardım.
O yıllarda Carl Sagan'ın Kozmos Belgeselinin gösterimi darbeciler tarafından sakıncalı listesine alınsa da, o öğrencilerine gizli gizli bu belgeseli izletiyordu.
O yüzden uzaya ve astronomiye ilgi duydum.
Halikarnas Balıkçısı ile Azra Erhat'ın kitaplarını anlatıyor, öneriyor, bilgi bombardımanı yapıyordu.
Şiire, yazıya merakım bu yüzdendir.
Okul bitti, mesleğe başladım, irtibatımız hiç bitmedi.
Bir eğitimci/öğrenci ilişkisinden öte bir abi/kardeş gibiydik.
Zaman zaman "şu konuyu araştır" diyordu.
Araştırınca deryalar içinde kaybolurdum.
Ufkum açılıyordu.
Takıldığım konularda ona başvurur, 80 asırlık bir kütüphanenin kapısını aralamış gibi olurdum.
Konuşmayı, anlatmayı şehvetle seven bir insandı.
Ama son yıllarda rahatsızlığı nedeniyle konuşamıyor, kahroluyordu.
Mesajlaşıyorduk.
Vefatından bir hafta önce hasta yatağında şu mesajı atmıştı.
"“MerSedat. Sağlığım iyiye gitmiyor. Şu bilgiyi senden esirgemiş olmayayım. Zamanında Santorini volkanı yedi kez indifa etti. Her defasında Knidos da lavların altında kaldı. Bilen göz, bunun izlerini görür.”
Bu mesajı hala saklarım telefonumda.
Okudukça duygulanır ama mutlu da olurum.
İyi ki Şadan hocayı tanıdım, iyi ki onun külliyatıyla yoğruldum.
İki yıl önce kaybettiğimizde şu yazıyı kaleme almıştım.
Onu sizlerle tekrar paylaşmak istiyorum.
"BU TOPRAKLARDAN BİR
ŞADAN GÖKOVALI GEÇTİ
Dünya ozanlarının babası Homer İzmirli'ydi.
Dünya tarihinin atası Heredot Bodrum'lu.
Bilimin, felsefenin babası Thales Söke'liydi.
Antik çağın en büyük bilgesi Bias da Söke’li.
Coğrafyanın babası Strabon Amasya’lıydı.
Dünyanın ilk şehir planlamacısı Hippodamos Aydın'lı.
Cepte taşınabilen güneş saatlerini icat eden Eudoxus Datça'lıydı.
Dünyanın Yedi Harikasından biri olan İskenderiye Feneri'ni yapan mimar Sostratus da Datça'lı.
Anadolu halklarının savunucusu Hektor Çanakkale’liydi.
Jule Verne’den asırlar önce uzay romanları yazan Lukianos Adıyaman'lı.
Büyük İskender'e “Gölge etme, başka ihsan istemem” diyen, gündüz elinde kandille “adam arıyorum” diye dolaşan Diyojen Sinop’luydu.
Ressamlar prensi Perhasios Efes’li.
"Güneşe ve aya tapılmaz, ikisi de taş kütlesi" diyen Anaxagoras Urla'lıydı.
Geometrinin öncülerinden matematikçi Apollonius Antalya'lı.
Bu bilgeler gibi bir bilge daha yaşadı bu topraklarda.
Prof.Dr.Şadan Gökovalı.
Benim üniversite hocamdı, mitolojiyi, arkeolojiyi, hatta kozmosu bana sevdiren insandı.
Az önce haber geldi, kaybettik.
Bu kadim topraklara nice kültür tohumları eken bir bilgeyi daha yitirdik.
Üzüntüm sonsuz.
Oysa, daha bir hafta önce, 22 Ocak’ta bir mesaj almıştım Şadan hocadan.
Şöyle diyordu.
“MerSedat. Sağlığım iyiye gitmiyor. Şu bilgiyi senden esirgemiş olmayayım. Zamanında Santorini volkanı yedi kez indifa etti. Her defasında Knidos da lavların altında kaldı. Bilen göz, bunun izlerini görür.”
Sanki içine doğmuştu, sanki gider ayak vasiyetiydi.
“Hocam araştıracağım, aman sağlığına dikkat et” diye cevap verdim.
Bu son konuşmamızmış.
Şadan Gökovalı kelimelerle anlatılacak bir insan değil.
En azından benim dağarcığımdaki kelimeler yetersiz kalır.
Ama yine de anlatmak istiyorum.
1939 yılında dünyaya gözlerini açtığında, 8 çocuklu bir ailenin tek erkek evladı olmuştu.
O yıllarda Gökova bataklıktı.
Sıtma ve salgın hastalıklar nedeniyle insanlar ölüyordu.
Dört kardeşini bu yüzden kaybetti.
Babası Mehmet köyün muhtarıydı.
Sevilen, sayılan, çalışkan, bilgili bir insandı.
Bataklığı kurutup hem sağ kalan çocuklarını, hem de köylülerini kurtarmak istiyordu.
Dönemin Valisi Recai Güler'le görüştü.
Ziraatçilere danışıldı.
Bilim insanlarına ulaşıldı.
Bataklığı kurutmanın tek çaresi okaliptus fidanı dikmekti.
Ancak, ülkede bu ağaçtan yoktu.
Devreye Bodrum'da yaşayan Cevat Şakir Kabaağaçlı girdi.
Avusturalya'dan okaliptus fidanları getirildi.
Köylüler el ele verdiler. Örnek bir imece ile günlerce çabalayıp, 3 kilometre boyunca fidanları diktiler.
Okaliptuslar büyüdükçe bataklık kurudu.
Böylece Gökova hastalıktan kurtulmuş oldu.
Bugün Marmaris'e giderken, Gökova'da gördüğünüz o okaliptuslu yol, Şadan Gökovalı'nın hayata merhaba dediği yıllarda yapılan yoldur.
Şadan Gökovalı'nın doğduğu coğrafya binlerce yıl kültür ve sanatla yoğrulmuştu.
Bu topraklar bilgelerin topraklarıydı.
İbni Haldun'un "coğrafya kaderdir" sözünü doğrularcasına, Gökovalı'nın kaderini doğduğu coğrafya belirledi.
Babası dahil, çevresindeki insanlar asırlar boyu nesilden nesile aktarılan kadim bilgilerle dolu, doğa ve tarih ile iç içe, çalışkan, araştırmacı, yardımlaşmacı ve üreticiydi.
"İnsan yaşadığı yere benzer" der, Edip Cansever.
Gökovalı da yaşadığı yere benzedi.
Doğa ve tarih ile ilgilendi, kültüre, sanata, mitolojiye merak sardı.
Çalıştı, çabaladı, araştırdı ve sürekli üretti.
Öğrenmekten hiç vazgeçmedi.
Ve sonunda Prof.Dr.Şadan Gökovalı oldu.
Bir insanın kaç yeteneği olabilir?
Bir insan kaç işi yapabilir?
Bir insan hem gazeteci, hem şair, hem yazar, hem ozan, hem araştırmacı, hem akademisyen, hem radyo-televizyon programcısı, hem turist rehberi, hem tarihçi, hem mitolog olabilir mi?
Prof. Dr. Şadan Gökovalı bunların hepsi oldu.
Mitolojiyi şiire çeviren insandı Şadan Gökovalı.
Anadolu'nun öz kültürünü milyonlara ulaştıran bir bilge.
Cevat Şakir Kabaağaçlı ile Azra Erhat'ın manevi evladıydı.
Onlardan öğrendiği bilgiyi milyonlara aktarandı.
Cevat Şakir "ölsem, ölüm beni yenemeyecek, çünkü Şadan var" demişti.
Vasiyet gibi bir sözdü.
Öldüğünde, bu vasiyeti yerine getiren, onun tüm makale, öykü ve romanlarını daktilo eden, yayınlayan ve kitaplarının önsözünü yazan kişiydi Şadan Gökovalı.
En karanlık günlerde cesaretiyle etrafına aydınlık saçan insandı ayrıca.
81 yaşındaydı.
81 yıla 81 asır sığdırdı.
Homeros'tan Heredot'a, Dede Korkut'tan Yunus'a 3000 yıllık bir kütüphaneydi
O bilgelerle birlikte yaşasaydı, hiç şüphesiz bugün ders kitaplarında okutulan isim olurdu.
81 yılda 30’a yakın kitap yazdı.
Şiirler, öyküler, araştırmalar.
Yüzlerce makale.
Onlarca ödül.
1967’de Knidos’u, 1968’te Efes’i, 1971’de Fethiye’yi, 1978’de de Bergama’yı “En iyi yazan yazar” seçildi.
Muğla ve İzmir kültürüne, Anadolu uygarlığına en iyi hizmet eden insan ödülüne layık görüldü.
Türkiye'de turizm rehberliğinin öncüsü oldu.
Geçen sene bir belgeseli çekildi.
İzmir’de ve Gökova’da iki caddeye, Akyaka’da bir sokağa adı verildi.
Menteşe’de adına yapılmış 3 bin kişilik bir açık hava tiyatrosu var.
Ve doğduğu yerde, Gökova’da “Prof. Dr. Şadan Gökovalı Kültür Evi” bulunuyor.
Şadan Gökovalı Homeros'un günümüze ulaşan sesiydi.
Ve o ses 81 yaşında son nefesine kadar aynı şeyi söyledi.
"Ben her şeyden önce öğrenmeyi sevdim."
Aslında sadece öğrenmeyi sevmedi, halkına öğretmeyi de sevdi.
Unutulur mu şu sözleri.
"Ben halkım, hey!
Feleğin sillesini çok yemişim.
Kalem vermemişler elime.
Diyeceklerimi türkülerle demişim."
Hocam, meslektaşım, ustam, sen Edip Cansever gibi, “gülmek, bir halk gülebiliyorsa gülmektir” diyenlerdendin.
Güle güle.
Unutulmayacaksın.
Devrin daim olsun."
Şadan Gökovalı yüreklere gömüldü, asla unutulmaz.
Bugün Akyaka'da birlikte olamadığım dostları Şadan hocanın çok sevdiği bir Halikarnas Balıkçısı sözüyle selamlıyorum.
"Merhaba"
Not 1: Datça'da bir caddeye Şadan Gökovalı'nın ismini veren Datça Belediyesi 'ne de bir kez daha teşekkür ediyorum.
Şadan Gökovalı'nın Knidos ile ilgili bir yazısı:
“Kronos (Zaman) koca bir tırpanla
Kesti babası Uranus'un hayalarını
Fırlatıp attı onları Akdeniz'e,
Dalgalı denize atar atmaz onları
Gittiler engine doğru uzun zaman.
Ak köpükler çıkıyordu tanrısal uzuvdan:
Bir kız türeyiverdi bu ak köpükten,
Önce kutsal Kythera'ya uğradı bu kız
Oradan da denizle çevrili Kıbrıs'a gitti,
Orada karaya çıktı güzeller güzeli tanrıça,
Yürüdükçe yeşil çimenler fışkırıyordu
Narin ayaklarının bastığı yerden.
Afrodit dediler ona tanrılar ve insanlar
Ak köpüklerden doğduğu için.”
(Hesiodos, Theoganka. Çev: Azra Erhat)
O gün, olağanüstü bir zaman yaşanıyordu Eleusis'te. Alışılmamış bir gariplik. Sanki ağaçlardan düşen yapraklar, uçan kuşlar, asılı kalmıştı havada.
Dünyanın dört bir yanından binlerce, on binlerce insan koşup gelmişti bu gizemli şehre. Çünkü, Afridit Şendikleri kapsamında bu tanrıçanın Akdeniz'in ak köpüklerinden doğuşu canlandırılacaktı. Bu sahneyi bekleyenler arasında, çağın en büyük heykeltraşı Praxiteles ile dahi ressam Apelles de vardı.
Derken, ak köpüklü dalgalar arasından bir kadın çıkmaya başladı. “Güzel” sözü ne ifade ediyorsa o vardı bu dişi insanda. Islak saçları sarkarak göğüslerini örtüyordu. Büyük kalabalık, üzerinde yel gezmiş buğday tarlası gibi dalgalandı. Olağanüstü durumların doğurabileceği bir coşku vardı seyircilerde. İnsanlar, tanısın tanımasın, birbirine sarılıyor; bölük pörçük konuşmalar seçiliyordu:
-Afrodit'in kendisi galiba.
-Phyrne adında bir Afrodit rahibesi olduğu söyleniyor.
-Evet, o canlandırıyormuş Afrodit'in doğuşunu...
Evet öyleydi. Afrodit'in kendisi de olsa olsa bu kadar güzel olurdu. İki büyük usta, Praxiteles ile Apelles, ağzından girip burnundan çıkarak, Phyrne'nin kendilerine modellik yapmaya razı ettiler. “Ressamlar Prensi” Efesli Perhassios'tan sonraki kuşağın en büyük ressamı, yine Efesli Apelles, 3 bini aşkın resmi arasında sadece üç Afrodit tablosuna imza atmıştı. Yazık ki, bu şaheserler, 2 bin 500 yılın hırpalayıcılığına yenildiler. Praxiteles'in başyapıtı Knidos Afroditi de yok günümüzde ama sanki var olsa, bu günkü kadar konuşuluyor olamazdı.
Yazının burasında, tarihin kaydettiği sayılı belalı güzellerden olan Phryne'den söz etmek, farz değilse bile, sünnet oldu: Phryne, tarihe “İskender Çağı” diye geçecek olan Milattan Önce Dördüncü Yılzyılda Bolotia'nın Thespiai kentinde, yoksul bir ailenin kızı olarak doğdu. Sokak sokak dolaşarak bir şeyler satardı, sonra flüt çalmaya başladı. Genç yaşta Atina'ya geldi. Afrodit'in denizden çıkışını canlandırması; Praxiteles'in yaptığı heykel ve Apelles'in yaptığı tablolarla şöhretin doruğuna ulaştı. Çok geçmeden Atina'nın en büyük fahişesi oldu. Bu meslekten (!) öyle büyük servet kazandı ki; İskender'in yakıp yıktığı başkenti yeniden kurdurmaya talip oldu. Onun isteğine göre, kentin anıtsal kapısına “İskender'in yıktığı bu şehri Phryne yeni baştan kurdurdu” yazısı yazılacaktı. Atina'lılar, bunu onursuzluk sayarak kabule yanaşmadı.
Güzelin başı beladan kurtulmazmış ya; Phryne dinsizlik veya gençlerin ahlakını bozmakla suçlanarak mahkemeye verildi. Yargıçlar Kurulu idam hükmü vermeden önce, kadının avukatına son sözü soruldu. Ağzıyla kuş tutsa, müvekkilini ipten kurtaramayacağını bilen savunman (avukat), savunma yapma yerine, Phryne’nin giysisini göğüsten eteğe yırtıverek:
-Bakın ey yargıçlar, bu güzelliği kıyabilecekseniz, kıyın.
Ressam Gerome’un bu sahneyi gösteren tablosu meşhurdur.
Yazının başlığına, Knidos Afroditi’ne dönelim:
Antik çağın en büyük dört heykeltraşından biri olan Praxiteles’e (diğerleri Phidias, Lysippos ve Skopas) Kos (İstanköy) ve Knidos halkı birer Afrodit heykelini ısmarlamıştı.
Dahi yontucu, “gerçek güzellik örtü kabul etmez” düşüncesiyle Aşk ve Güzellik Tanrıçasını anadan doğduğu gibi yaratmıştı mermerden. İstanköy’lüler çıplak heykeli istemeyince, o sırada şehirlerini bugünkü Datça’dan, yarımadanın ucunda yeniden yaratmakta olan Knidos’ludan satın aldılar. İlkçağın bu en bayındır kentinde, güzelim tanrıça için, yuvarlak planlı bir tapınak inşa edip heykeli oraya diktiler.
Bu eşsiz heykel de, güzelliğinden az çekmedi.
Praxiteles’in, “insan elinden çıkmış heykellerin en güzeli” sayılan Knidos Afroditi, bulunduğu şehri, insanlık tarihinde kitle turizminin ilk başladığı yerlerden biri kıldı. Dünyanın dört bucağından meraklılar akın ediyordu bu şehirler güzeline. Akdeniz ile Karadeniz arasında mekik dokuyan ticaret gemileri, Knidos’un güvenli limanına demirledikten sonra, kaptan ve tayfalar, Aşk ve Güzellik Tanrıçasının tapınağında alıyordu soluğu. Şahane heykel, Tholos (yuvarlak) planlı tapınağın ortasında, siyah bir kaidede duruyordu. Tapınağı duvar değil, sütunlar çevreliyordu. Bu heykele aşık olan delikanlı sayısı az değildi. Söylentiye bakılırsa Afrodit; “Praxiteles beni ne zaman çıplak görmüş de bu heykelimi yapmış?” demiş.
Bythinia Kralı Nikomedes, bu heykel karşılığında, Knidos’un tüm borçlarını ödemeyi önermişse de, Knidos’lular buna yanaşmamış. Bu harika heykelin sonu pek bilinmiyor. Yaygın kanıya göre, Bizans imparatorları onu alıp, İstanbul’daki Lausus Sarayına koymuşlar. Ne yazık ki; şaheser, bir yangın sonucu sarayla birlikte yanıp kireç olmuş.
Bugün dünyanın belli başlı müzelerinde, Knidos Afroditi’nin Roma ve daha sonraki çağlarda yapılmış kopyaları sergilenmektedir.
BİLGİ NOTU: İngiliz gezginlerinin nice Knidos şaheserini ülkelerine kaçırdığını biliyoruz. Sir Charles Newton, aralarında Knidos Demeteri, Liman Aslanı gibi paha biçilmez eserlerin bulunduğu parçaları, 200’den fazla sandık içinde Londra’ya götürdü. 1960’lı yılların ikinci, 1970’li yılların ilk yarısında, ABD’deki Long Island Üniversitesinden Prof. Dr. İris Cornelia Love kazı yaptı Knidos’ta. Soyadı “Aşk” anlamına gelen bu kadında, Knidos Afroditi heykelini bulmak, bir tutku idi.( Son günlerde kendisiyle yaptığım “Mini Etekli Profesör” başlıklı röportajım Hürriyet Gazetesinde yayınlanmış ve geniş ilgi görmüştü.) Balıkçı üstadımızın buyurduğu gibi, “Knidos Afroditi’nin yeller eser şimdi yerinde; her devirde yapılmış kopyaları dünyanın belli başlı müzelerini süslüyor.
Resimden heykele, piyesten şiire dek, sanatın her dalına katkısı var erişilmez güzel tanraçanın:
“Ey Aphrodite,
Köpük kızı,
Akdeniz’in yarattığı güzeller güzeli!
Çözersin tanrıların bile dilini,
tutsal edersin yüreğini
en vurdum duymaza sevme gücü verirsin
Oğlun Kanatlı Eros’un okuyla.
Kızaran bir nara benzersin
dalın en yüksek ucunda
unutulmuş!
Yok yook, unutulmuş değil,
erişilememiş.
Altından daha altın
ak daha, ak sütten
sudan daha yumuşak
Lirden daha uyumlu sesi.
Attan da görkemli
güllerden daha ince,
yakışan giysiden daha göz okşayıcı
daha değerli altından…
-----
Şimdi ben daha ne yapabilirim; size böylesi şiirler yazılıp okunmasını dilemekten başka?
Dilerim dilekleriniz gerçekleşir…
Kesti babası Uranus'un hayalarını
Fırlatıp attı onları Akdeniz'e,
Dalgalı denize atar atmaz onları
Gittiler engine doğru uzun zaman.
Ak köpükler çıkıyordu tanrısal uzuvdan:
Bir kız türeyiverdi bu ak köpükten,
Önce kutsal Kythera'ya uğradı bu kız
Oradan da denizle çevrili Kıbrıs'a gitti,
Orada karaya çıktı güzeller güzeli tanrıça,
Yürüdükçe yeşil çimenler fışkırıyordu
Narin ayaklarının bastığı yerden.
Afrodit dediler ona tanrılar ve insanlar
Ak köpüklerden doğduğu için.”
(Hesiodos, Theoganka. Çev: Azra Erhat)
O gün, olağanüstü bir zaman yaşanıyordu Eleusis'te. Alışılmamış bir gariplik. Sanki ağaçlardan düşen yapraklar, uçan kuşlar, asılı kalmıştı havada.
Dünyanın dört bir yanından binlerce, on binlerce insan koşup gelmişti bu gizemli şehre. Çünkü, Afridit Şendikleri kapsamında bu tanrıçanın Akdeniz'in ak köpüklerinden doğuşu canlandırılacaktı. Bu sahneyi bekleyenler arasında, çağın en büyük heykeltraşı Praxiteles ile dahi ressam Apelles de vardı.
Derken, ak köpüklü dalgalar arasından bir kadın çıkmaya başladı. “Güzel” sözü ne ifade ediyorsa o vardı bu dişi insanda. Islak saçları sarkarak göğüslerini örtüyordu. Büyük kalabalık, üzerinde yel gezmiş buğday tarlası gibi dalgalandı. Olağanüstü durumların doğurabileceği bir coşku vardı seyircilerde. İnsanlar, tanısın tanımasın, birbirine sarılıyor; bölük pörçük konuşmalar seçiliyordu:
-Afrodit'in kendisi galiba.
-Phyrne adında bir Afrodit rahibesi olduğu söyleniyor.
-Evet, o canlandırıyormuş Afrodit'in doğuşunu...
Evet öyleydi. Afrodit'in kendisi de olsa olsa bu kadar güzel olurdu. İki büyük usta, Praxiteles ile Apelles, ağzından girip burnundan çıkarak, Phyrne'nin kendilerine modellik yapmaya razı ettiler. “Ressamlar Prensi” Efesli Perhassios'tan sonraki kuşağın en büyük ressamı, yine Efesli Apelles, 3 bini aşkın resmi arasında sadece üç Afrodit tablosuna imza atmıştı. Yazık ki, bu şaheserler, 2 bin 500 yılın hırpalayıcılığına yenildiler. Praxiteles'in başyapıtı Knidos Afroditi de yok günümüzde ama sanki var olsa, bu günkü kadar konuşuluyor olamazdı.
Yazının burasında, tarihin kaydettiği sayılı belalı güzellerden olan Phryne'den söz etmek, farz değilse bile, sünnet oldu: Phryne, tarihe “İskender Çağı” diye geçecek olan Milattan Önce Dördüncü Yılzyılda Bolotia'nın Thespiai kentinde, yoksul bir ailenin kızı olarak doğdu. Sokak sokak dolaşarak bir şeyler satardı, sonra flüt çalmaya başladı. Genç yaşta Atina'ya geldi. Afrodit'in denizden çıkışını canlandırması; Praxiteles'in yaptığı heykel ve Apelles'in yaptığı tablolarla şöhretin doruğuna ulaştı. Çok geçmeden Atina'nın en büyük fahişesi oldu. Bu meslekten (!) öyle büyük servet kazandı ki; İskender'in yakıp yıktığı başkenti yeniden kurdurmaya talip oldu. Onun isteğine göre, kentin anıtsal kapısına “İskender'in yıktığı bu şehri Phryne yeni baştan kurdurdu” yazısı yazılacaktı. Atina'lılar, bunu onursuzluk sayarak kabule yanaşmadı.
Güzelin başı beladan kurtulmazmış ya; Phryne dinsizlik veya gençlerin ahlakını bozmakla suçlanarak mahkemeye verildi. Yargıçlar Kurulu idam hükmü vermeden önce, kadının avukatına son sözü soruldu. Ağzıyla kuş tutsa, müvekkilini ipten kurtaramayacağını bilen savunman (avukat), savunma yapma yerine, Phryne’nin giysisini göğüsten eteğe yırtıverek:
-Bakın ey yargıçlar, bu güzelliği kıyabilecekseniz, kıyın.
Ressam Gerome’un bu sahneyi gösteren tablosu meşhurdur.
Yazının başlığına, Knidos Afroditi’ne dönelim:
Antik çağın en büyük dört heykeltraşından biri olan Praxiteles’e (diğerleri Phidias, Lysippos ve Skopas) Kos (İstanköy) ve Knidos halkı birer Afrodit heykelini ısmarlamıştı.
Dahi yontucu, “gerçek güzellik örtü kabul etmez” düşüncesiyle Aşk ve Güzellik Tanrıçasını anadan doğduğu gibi yaratmıştı mermerden. İstanköy’lüler çıplak heykeli istemeyince, o sırada şehirlerini bugünkü Datça’dan, yarımadanın ucunda yeniden yaratmakta olan Knidos’ludan satın aldılar. İlkçağın bu en bayındır kentinde, güzelim tanrıça için, yuvarlak planlı bir tapınak inşa edip heykeli oraya diktiler.
Bu eşsiz heykel de, güzelliğinden az çekmedi.
Praxiteles’in, “insan elinden çıkmış heykellerin en güzeli” sayılan Knidos Afroditi, bulunduğu şehri, insanlık tarihinde kitle turizminin ilk başladığı yerlerden biri kıldı. Dünyanın dört bucağından meraklılar akın ediyordu bu şehirler güzeline. Akdeniz ile Karadeniz arasında mekik dokuyan ticaret gemileri, Knidos’un güvenli limanına demirledikten sonra, kaptan ve tayfalar, Aşk ve Güzellik Tanrıçasının tapınağında alıyordu soluğu. Şahane heykel, Tholos (yuvarlak) planlı tapınağın ortasında, siyah bir kaidede duruyordu. Tapınağı duvar değil, sütunlar çevreliyordu. Bu heykele aşık olan delikanlı sayısı az değildi. Söylentiye bakılırsa Afrodit; “Praxiteles beni ne zaman çıplak görmüş de bu heykelimi yapmış?” demiş.
Bythinia Kralı Nikomedes, bu heykel karşılığında, Knidos’un tüm borçlarını ödemeyi önermişse de, Knidos’lular buna yanaşmamış. Bu harika heykelin sonu pek bilinmiyor. Yaygın kanıya göre, Bizans imparatorları onu alıp, İstanbul’daki Lausus Sarayına koymuşlar. Ne yazık ki; şaheser, bir yangın sonucu sarayla birlikte yanıp kireç olmuş.
Bugün dünyanın belli başlı müzelerinde, Knidos Afroditi’nin Roma ve daha sonraki çağlarda yapılmış kopyaları sergilenmektedir.
BİLGİ NOTU: İngiliz gezginlerinin nice Knidos şaheserini ülkelerine kaçırdığını biliyoruz. Sir Charles Newton, aralarında Knidos Demeteri, Liman Aslanı gibi paha biçilmez eserlerin bulunduğu parçaları, 200’den fazla sandık içinde Londra’ya götürdü. 1960’lı yılların ikinci, 1970’li yılların ilk yarısında, ABD’deki Long Island Üniversitesinden Prof. Dr. İris Cornelia Love kazı yaptı Knidos’ta. Soyadı “Aşk” anlamına gelen bu kadında, Knidos Afroditi heykelini bulmak, bir tutku idi.( Son günlerde kendisiyle yaptığım “Mini Etekli Profesör” başlıklı röportajım Hürriyet Gazetesinde yayınlanmış ve geniş ilgi görmüştü.) Balıkçı üstadımızın buyurduğu gibi, “Knidos Afroditi’nin yeller eser şimdi yerinde; her devirde yapılmış kopyaları dünyanın belli başlı müzelerini süslüyor.
Resimden heykele, piyesten şiire dek, sanatın her dalına katkısı var erişilmez güzel tanraçanın:
“Ey Aphrodite,
Köpük kızı,
Akdeniz’in yarattığı güzeller güzeli!
Çözersin tanrıların bile dilini,
tutsal edersin yüreğini
en vurdum duymaza sevme gücü verirsin
Oğlun Kanatlı Eros’un okuyla.
Kızaran bir nara benzersin
dalın en yüksek ucunda
unutulmuş!
Yok yook, unutulmuş değil,
erişilememiş.
Altından daha altın
ak daha, ak sütten
sudan daha yumuşak
Lirden daha uyumlu sesi.
Attan da görkemli
güllerden daha ince,
yakışan giysiden daha göz okşayıcı
daha değerli altından…
-----
Şimdi ben daha ne yapabilirim; size böylesi şiirler yazılıp okunmasını dilemekten başka?
Dilerim dilekleriniz gerçekleşir…
YAZARIN DİĞER YAZILARI
- MAKİNALAR STOP ABİ❗
- 'BARIŞ' DiYE DİYE GÖÇTÜ BU DÜNYADAN
- EZOP, ESHİLOS, DATÇA VE HALK DALKAVUKLUĞU
- DOKUNAN YANAR YIKAN ALTINDA KALIR‼️
- CELAL
- FENERBAHÇE HAKLI MI?
- YEREL SEÇİM YALANLARI
- PAPAZ DİMİTRİ'NİN TORUNU ELENİ
- MESUT YAR'IN HAVUCU MİNE HANIMIN YUMRUĞU
- Bu Futbol Federasyonu artık yok hükmündedir.
- GERÇEKLERLE YÜZLEŞMEK
- TEHDİT EDİLDİM
FACEBOOK YORUM
Yorum