içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL

 

 (4 Mart 1927 – 26 Şubat 1984)

"Kavaklar ışıldardı batıya karşı.

Küskün dağlar gülkurusu.

Yazılar kızıltılı.

Öyle çetin, öyle hırçın bir çağdı ki öyle o.

Sevmek yangın uğultusu,

Sevilmemek yangındı…

Kavakların arkasında bir evdi.

Mor patiska perdeleri oyalı,

Göz alıcı kumrallığı akşamüstleri,

Eşsiz bir çağlayandı...

Ayrılmazdı pencereden bütün bir yaz.

Aradığı o şehzâde kimbilir kimdi?

Hem severdik o çiçeği delicesine.

Hem de sevmez görünürdük.

Çocukluk işte!..

Kapışmamız sanki bir başka nedendendi.

Yoksulluk dağ başında yalın ayak keloğlan,

Varsıllıksa subaşında bir devdi…"

*****

Bugün bir şair öldü dostlar. Kavganın, mücadelenin ve aşkın şairi Hasan Hüseyin Korkmazgil; 4 Mart 1927 tarihinde, soğuk bir kış gecesinde, Sivas’ın Gürün ilçesinde, bir demiryolu işçisi olan Şükrü Bey’den oldu, güzeller güzeli Gülşan Hanım’dan doğdu ve yoksulluk içinde büyüdü.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Kafkas Cephesi’nde, Kurtuluş Savaşı’nda görev alan babası Şükrü Bey’in istiklâl madalyası vardı ve Kurultay İlkokulu’nda hademelik yapıyordu. Babasını şöyle anlatır bir şiirinde:

"Bu adam benim babam!

Babaların en babası,

İnsanların en hası...

Yüreği düğün sofrası.

Direnci, sabır kayası...

Ellerini bir görmeyin!

Elleri, ellerin en irisi;

Elleri, bal arısı!..

Seferberlikten gelir künyesi.

Kurtuluş’tan çıkar dosyası.

Ben beni bildim bileli...

Ben beni bilmezden de önce;

Kavgası, ekmek kavgası...

Verin, kadın gibi toprakları eline.

Beslesin dünyanın aç çocuklarını...

Götürün Antalya’ya, Dörtyol’a.

Toroslar gibi yığsın portakalları...

Götürün Aydın’a, Manisa’ya, Maraş’a.

Üzümleri, incirleri harmanlasın dağ gibi.

Zeytinler ceviz ceviz,

Armutlar yarım kiloluk,

Zerdaliler şekerpare, güneş kokulu...

Bu adam benim babam!

Babaların en hası,

Mayası, insan mayası…

Yumruğu Toros kayası.

Ben beni bildim bileli...

Ben beni bilmezden de önce;

İstiklâl nedir bilmedi,

Özgürlük nedir görmedi,

Yaşamak nedir tatmadı...

Önce ekmeğin kölesi,

Sonra ekmeğin kölesi,

Hâlâ ekmeğin kölesi...

Şu rezil kepaze düzende,

Sekiz çocuk babası...

Benim babam Şükrü baba.

Şimdi madalya takıyor döşüne,

İstiklâl madalyası..."

*****

Demiş ya usta; şiirinde, sekiz kardeşiz diye. Yedi kardeşi daha vardı. Ve tek okuyan o idi. İlkokulu babasının hademelik yaptığı okulda okudu. 1939'da Gürün Cumhuriyet İlkokulu'nu bitirdi. Yoksulluktan öğrenimine devam etme olanağı yok gibiydi. Ortaokula gidemedi. Çalışması ve para kazanması gerekiyordu. Ziraat Bankası şubesinde getir götür işlerinde çalışmaya başladı. Çalıştığı bankanın müdürü Hasan Hüseyin’le yakından ilgilendi ve parasız yatılı okul sınavlarına girmesine önayak oldu.

Sınavın yapıldığı Sivas’a; komşularından ödünç alınan ayakkabıyla, 60 km. yolu yürüyerek gitti ve sınavı kazandı. Niğde Ortaokulu'na yazıldı genç, civan Hasan Hüseyin. Oradan 1945 yılında Adana Erkek Lisesi'ne geçti. Bu okulda Dünya edebiyatı klasikleri ile tanıştı. Bir yandan da şiir yazmaya başladı. İlk şiirlerinin konusu hayranı olduğu Mustafa Kemal ATATÜRK ve 1939 yılında büyük bir yıkıma sebep olan ve çok etkilendiği Erzincan depremiydi.

İlk şiirlerinde Serhan ismini kullandı. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu. Dedim ya, hayrandı Mustafa Kemâl ATATÜRK'e diye. Dize dize döktü bu hayranlığını şiirine:

"Ve bu çetin kavganın MUSTAFA KEMÂL dedik adına!

Yoktu yok! Ve tarla sınırlarında kan vardı…

Analar en güzel çocuklarını;

Çocuklar yüreklerini ve silah hiçbir zaman,

Böylesine kutsal olmadı…

Yoktu yok ve bıçak dayanmıştı kemiğe!

Açlıkta, işsizlikte, ezilmişlikte,

Kim söyler bu türküyü, kim düzer bu ağıdı, kim?

Kocaman eller midir bu bağlamalarda?

Efendiler, efendiler, efendiler!

Bütün davullar gülünç,

Bütün silahlar saçma.

Onlarla gitti o davullar, şimdi yok.

Onlarla kaldı o silahlar, şimdi var…

Efendiler, efendiler, efendiler!

Yoktu yok!

Bir sömürge havasıydı aşk diye damarlarda

Ve bütün sınırlarda kan vardı...

Bir ekmek bulup bölüştüler,

Bir türkü bulup bölüştüler

Ve sokaklarda dolaştırmak için özgürlüğü

Ve vatanı anavatan yapmak için bir anda…

Efendiler, efendiler, efendiler!

Kim söyler bu türküyü, kim düzer bu ağıdı kim?

Ve kim varmış barışa el yordamıyla…

Yoktu yok!

Verecek hiçbir şeyleri yoktu yüreklerinden başka.

Ve barışın demir kapılarında sıkılmış yumrukları.

Toprağı sürer gibi, demiri döver gibi dövüştüler…

Düştüler,

Bir gün yine kalkmak için ayağa

Ve bu çetin kavganın

Mustafa Kemâl dedik adına!

Efendiler, efendiler, efendiler!"

*****

Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat bölümünü bitirir. Ve 1950 yılında, henüz 23 yaşında, Afşin Ortaokulu'na Türkçe öğretmeni olarak atanır genç Hasan Hüseyin. Bu onun ilk ve tek resmi görevidir. O günleri kendi ağzından dinleyelim: Maraş'ın Afşin ilçesi ortaokulunda 1950 sonuna kadar öğretmenlik yaptım. Halk sevdi beni. Ozanlar, dizinler söylediler benim için. Tutuklamalar başlayınca Göksun ilçesine sürdüler beni. Kasaba ayaklandı. Karları yara, yara at sırtında, Göksun'a gittim. Üç hafta sonra, bir gece yarısı basıldı evim. Tutuklandım. Hapishaneye konuldum. 141 - 142. maddelerden yargılandım. Mahkûm edildim. Vatandaşlık hakkımı aldılar elimden. Dizinlerim, oyunlarım, notlarım, kitaplarım gitti. Meclis kararıyla Nevşehir Hapishanesi'ne götürüldüm. Bir Ermeni kilisesiydi bu. Taştı. Soğuktu. Dağ başındaydı. Barışseverler Derneği üyelerinden bazılarını ve Aziz Nesin'i getirdiler oraya. Tanıştık… Gece gündüz Maraş dağlarında kelepçeli yürütülmeler, gazyağlı paçavrayla yakma girişimleri, kaçıyor diye vurdurtma oyunları. Hangisini niçin anlatayım? O zaman yirmi üçtü yaşım. Kimsesizdim. Avukatım bile yoktu. Anamı bile göstermediler bana. Bir gecede ağardı saçlarım. Neyini anlatayım? Her türlü namussuzluğu gördük. Neyini anlatayım? Bir başka yıldıza atılmış gibi yalnızdım. Neyini anlatayım? Yıllarca işsizlik ve vatansızlık yaşadım. Neyini anlatayım? Karayollarına 'amele' yazıldım, üç gün sonra kovdular. Neyini anlatayım? Yirmi yedi ay er olarak, çanta sırtta, askerlik yaptım. Neyini anlatayım? Hapishaneden çıkarıp kışlaya gönderdiler. Neyini anlatayım? ''Okuması, yazması, görüşmesi, konuşması yasaktır.'' dediler. Neyini anlatayım? Hapisliğim bitti. Bırakmadılar. ''Asker kaçağısın.'' dediler. Okula hiç ara verememiş, beş buçuk aylık öğretmenken hapse tıkılmış, yılları parasız yatılılıkla geçmiş bir kimse nasıl olur da asker kaçağı sayılır? Jandarma karakolunda yatıp kalkmaya başladım. Günler geçiyor. Ne olacak sonum, belli değil. Ürgüp üzerinden Kayseri'ye götürdüler, tutuklu. Askerlik muayenem yapıldı. Döndük. Yanıma iki jandarma, hadi yallah İstanbul'a, Birinci Ordu emrine. Harbiye'ye çıkarttılar beni. Koydular bir odaya. Bir subay sorguya çekti beni. İyi bir subaydı. ''Karnın aç mı?'' diye sordu. ''Biz seni Birinci Ordu'da tutamayız.'' dedi. Selimiye Kışlası'nın hapishanesine attılar beni. Fareler kedi kadar. Helaya girmek yiğitlik. Kıçını kapıyorlar insanın. Yattım orada bir süre. Günlerden sonra, Haydarpaşa'ya götürdüler, bana ayrılmış bir kompartımana soktular, ayak bileklerimden bağladılar kanepeye. Kollarım zaten bağlı. İki muhafız başımda. Yolcular beni azgın bir deli sanıyorlardı. Eğlenceli bir işti? Tren beni böylece Sivas'a götürdü. Sivas'ta yapacaktım askerliğimi. Tümene, tabura, bölüğe teslim ettiler beni.

*****

Üniversite mezunu olmasına rağmen, 27 ay er olarak askerlik yaptı. Askerliği bitince baba ocağına döndü. Kahvelerde kara kalem portre ressamlığı yaparak, tabela boyayarak ve okuryazar olmayan ailelerin, askerlik mektuplarını yazarak geçimini sağladı. Şiirden hiç kopmadı ama.

İlk şiiri 1959’da Dost dergisinde çıktı. Ayrıca yazdığı iki oyun da radyoda piyes oldu. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra; “Türkiye artık değişti!” diyerek Ankara’ya yerleşip, Akis dergisinde düzeltmen - redaktör olarak çalışmaya başladı. Basın - İş Sendikası’nın da Genel Sekreteri'ydi.

Hep şiir yazdı Hasan Hüseyin Korkmazgil. Hayatı boyunca şiir yazdı. Mutlu oldu yazdı. Kederlendi yazdı. Yazmaktan hiç vazgeçmedi.

"Kahrolasın demiyorum;

Kahrolma da, gör beni...

Kanadık, toprak olduk.

Çekildik, bayrak olduk.

Döküldük, yaprak olduk.

Geldik bugüne…

Ekmeği bol eyledik.

Acıyı bal eyledik.

Sıratı yol eyledik.

Geldik bugüne…

Ekilir, ekin geliriz.

Ezilir, un geliriz.

Bir gider, bin geliriz.

Beni vurmak kurtuluş mu?

Kör olasın demiyorum;

Kör olma da, gör beni…"

*****

Şiirleri Nâzım Hikmet’in yazdıklarıyla karşılaştırıldı hep. Nâzım Hikmet'ten ve Ahmet Muhip Dıranas'tan çok etkilendi. Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı sevmediğini açıkça söylüyordu. Hapislerle ve yokluklarla dolu, çok çalkantılı bir yaşam sürdü Hasan Hüseyin. Şiirden hiç kopmadı. Mizah öyküleri de yazdı.

Yoksul halk çocuklarının arasından çıkan bir kişi oluşuyla övündü hep. Yaşamını anlattığı yazılarında; beş yaşından beri şiirle uğraştığını belirterek, ilkokulun sonlarına doğru Kerem gibi, Pir Sultan gibi şiirler söylediğinden söz ederdi.

Ortaokulda, lisede; aruzu, heceyi, özgür koşuğu denemiş, her üçünde de başarılı olmuştu. Sonunda içinden taşan coşkuya en uygunu olarak özgür koşuğu seçmişti. 1948 yılında liseyi bitirirken, çantasında yayımlanmamış pek çok şiiri vardı. 1950'lerdeki siyasal koşullar yayımlamasına olanak vermemişti. 1960'larda Ankara'ya gelip yayın olanağı bulunca; güncel olayları da izleyen, sürekli yankı veren, işçilerin-köylülerin sorunlarını savunan, sözünü sakınmaz bir şair olarak özel bir önem kazanmıştı.

*****

Ve aşk! Kavganın, mücadelenin ve aşkın şairinin Azime Hanım ile aşkı; iki ömre sığdırdıkları, sonsuzluğa uzanan Aşk hikâyeleri…

Azime Karabulut, Burdur’a bağlı Ağlasun doğumlu bir öğretmen. Hepsi de öğretmen olan altı kardeşin en büyüğü. Tam bir Yörük gelini olan ninesinin adını almış. Halk odası kitaplıklarında başlayan okuma tutkusu; onu Türk ve Dünya edebiyatı klasiklerini ve on ciltlik Hayat Ansiklopedisini, su içer gibi okumaya yönlendirmiş. Divan ve Halk şiirinin yanında, yenilikçi şiire de ilgi duymuş Azime öğretmen. Fuzuli’den Nâzım’a, ezberinden okuyacak kadar da şiire hâkim olmuş. Ağlasun’da başladığı eğitim süreci, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Edebiyat bölümünde tamamlanmış.

Iğdır’dan Uşak’a kadar Anadolu’nun dört bir yanında; yıllarca öğretmenlik yapan Azime Karabulut’un yolu, bir yerde Hasan Hüseyin’le kesişmiş. İyi ki de kesişmiş! Böylece, muhteşem bir aşk hikâyesi yazılmış mısra mısra...

Azime ve Hasan Hüseyin… İki ömre sığdırdıkları, sonsuzluğa uzanan aşk hikâyesi. Dünyanın en büyük ozanı Nâzım Hikmet’in ölümüyle yolları kesişen iki insanın aşk hikâyesi. Böyle bir hikâye, ahh!

Oğulları henüz doğmadan adını Temmuz belirledikleri; şair Hasan Hüseyin ile öğretmen Azime’nin tertemiz aşk hikâyesi.

O yıllarda bir edebiyat öğretmeninin solcu bir şaire âşık olması, öyle sıradan bir şey değildi. İnsanın aşkının arkasında dimdik durması ise, pek çok kişiyi öfkeye boğmaya yetiyordu. Mücadelelerle geçen bir hayatın ortasında, Hasan Hüseyin’in şiiri gibi tertemiz bir aşk.

Bu sıra dışı aşk; 11 Haziran 1964'de, Altındağ Evlendirme Memurluğunda nihayetine kavuşur ve evlenirler. Törende sadece beş arkadaşları vardı. Azime çocuklarını alıp; Uşak'tan, Ankara’ya yerleşir.

"Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin.

Çünkü aşk, şiirden önce gelir sende.

Oysa şiir, önünde gitmelidir her şeyin...

Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin.

Çünkü aşk, kavganın içindedir.

Çünkü sen, içindesin kavganın…

Elmayı kokusundan,

Güvercini biçiminden soyutlamaktır.

Yaşamak denilen kavgayı aşksız düşünmek…

Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin.

Çünkü sen; gagasından tutup kuşu,

"Öt kuşum, öt kuşum" demiyorsun...

Çünkü sen; yedirip çiçekleri ineğe,

Koklayıp gerisini ineğin,

"Kok çiçeğim, kok çiçeğim" demiyorsun…

Öpüşmek başka şeydir yiğidim.

Öpüşmeyi düşünmek başka…

Sevişmek başka şeydir güzelim.

Sevişmeyi düşünmek başka…"

*****

Nâzım Hikmet ve Piraye, Yaşar Kemâl ve Tilda, Orhan Kemâl ve Nuriye, Attilâ İlhan ve Biket, Orhan Veli ve Nahit, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Azime...

Büyük aşklar, sonsuzluğa uzanan sevdalar. Çoğunlukla adları gölgede kalan, gözlerden uzak yaşamış; edebiyatın gizli emekçileri, gizli kahramanları olan kadınlar.

"Üç etekli, ak pusulu, türkü bakışlı.

Kadınlar yürüyor, dağlara doğru.

Leylak moru, gülkurusu dağlara doğru.

Özlemlerle acılarla bir Anadolu,

Sivaslımı, Urfalımı, bilemem gayrı.

Kadınlar, kadınlar, dağlara doğru…"

*****

1965 yılında oğulları Temmuz dünyaya geldi. Azime’nin şaire; daha doğmadan adını Temmuz koyduğu bir oğul vermesi, onun hayatına bir ömür adamasının sadece somut bir başlangıcıydı aslında:

"Bir oğlum olacak, adı Temmuz…

Uykusuz, korkusuz, beter mi beter,

Ben beynimi satarak yaşıyorum,

O benden proleter…

Bir oğlum olacak, adı Temmuz…

Karataş’ın göbeğinde aşk,

Karataş’ın göbeğinde barış.

Karataş çatladı çatlayacak.

Bende bitmeyen kavga,

Onda yeniden başlayacak…

Bir oğlum olacak, adı Temmuz…

Öfkede benden fırtına,

Sevgide deniz.

Ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun,

Ne kutup şafaklarında Tanrılaşması ilkelliğimin.

Temmuz gibi sıcak ve bereketli,

Temmuz gibi uçsuz bucaksız…

Bir oğlum olacak, adı Temmuz…

Dilinde en güzel sesi Türkçe'min.

Kulağı en yiğit şarkılarla delik,

Korkak bir merakla değil, yıldızlı karanlığı.

Vivaldi’yi dinler gibi okuyup anlayacak...

Ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir Bursa şeftalisine,

Ay’dan kendi sesini dinleyecek.

Vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle…

Ben ki; yalınayak bastım, kızgın dişlerine açlığın.

İri bir çizme gibi Balkanlar’a basarken faşizm.

Dağlarda silah atmayı sevdim...

Ben ki; silah taşıdım gizli gizli,

Dünyanın bütün devrimlerine,

Boşuna dönmüyor bu rotatifler.

Boşuna bağırmıyor bu kara.

Boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı...

Anamın ak sütü gibi biliyorum ki;

Doyumsuz günlere doğacak Temmuz,

Doyumsuz günler görecek.

Hani, şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi,

Hani, şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça.

Beklediğimiz, beklediğimiz, beklediğimiz…

Ve tam görecekken; göçüp gittiğimiz günler gibi günler,

Ama mutlaka…

Karataş’ın göbeğinde aşk,

Karataş’ın göbeğinde barış.

Karataş çatladı çatlayacak.

Ben direndim, yorulmadım;

O, yorulup yıkılmayacak…"

*****

Genç öğretmen Azime Karabulut’un şaire elini uzattığında, şair de ona yüreğini verdiğinde; biri 30, diğeri 36 yaşında idiler. En delicesine gençlikten, en olgun ve en üretken yıllara açılan kapıdaydılar yolları birleştiğinde. 1964’den 1984’e, dolu dolu bir yirmi yıl.

Tanıştıklarında, Azime, şairin; 1959 Şubat’ında Dost dergisinde yayımlanan ilk şiirinden beri, sanata ve şiire gönül vermiş bir edebiyat öğretmeni olarak, onun izini ve gür şiir sesini çoktan yakalamıştı. Azime yiğitti, onurluydu, güçlüydü; dirençli, özgür ve sağlamdı. Sevdada sevilesi, yuvada ana, işlikte öğretmen, görüş günlerinde mağrur, geleceğe umut, kavgada çelik, örgütlü yaşamda yoldaştı. Aslında gelecek olana imgelenen o proleterden çok önce, yuvadaki bal arısıydı yaşam yoldaşı Azime.

Bunu ilk günden; ortak yaşamın üretilmesinde, hayatın dayattığı her türlü zorluğa göğüs gerilmesinde, gün gün yaşıyorlardı. Yine “Karıma Altıncı Yıl Armağanı” şiirinde bunu,

“(…) Soframızda kuş sütü, balık yumurtası yoksa da;

İşçi ellerinin tadı,

Aydın gözlerinin balı var…

Ne zaman kekik koksa,

Gül koksa çamaşırlarım;

Elma, erik, ceviz, zeytin, portakal,

Anam koksa çamaşırlarım;

Ucuz çamaşırlarım,

Ucuz sabunlarda ellerini anımsarım…

Ellerin;

Canım karım, ellerin…

Yaban güllerine, mısırlara,

Pırnallara değen ellerin…

İki taştan bir un eden ellerin…

Ve Göller Bölgesi’nin gül bahçelerinden;

Gül toplar gibi,

Haziran'da, şafakta,

Çetin kitaplardan bal toplayan ellerin…” dizeleriyle nasıl da güzel anlatacaktı.

*****

Türkiye’nin gelgitlerle dolu savrulma yıllarındaki bu inanılmaz yaşanmışlıkların ardından; birbirini tutkuyla seven iki insanın, zaman zaman Ağlasun’da sürecek uzun birlikteliği başlar. Bundan sonrasını Azime Korkmazgil’den dinleyelim: Biz, 1964’te yaşamlarımızı birleştirdik. Ozan, 1984’te bu dünyadan ayrılıncaya dek; bir anlamda soluk soluğa, kesintisiz bir 20 yıl yaşadık. Diyebilirim ki; o 20 yıl, Türkiye’nin de en devingen dönemiydi. Eksiğiyle fazlasıyla bugünlerin temeli, belki o dönemde atıldı.

Azime hayatın kotarılmasında, ekmeğin kazanılmasında; becerikli, çalışkan, dürüst bir emekçi miydi şairin hayatında sadece? Kocaman bir, hayır! Bu şiir, şu dizeler olmasa; Azime’nin o yaşam yoldaşlığındaki rolüne dair ipucu veremeyecekti belki de:

“(…) Silâhımsın!

Başım havalarda gezerim,

En yıkık günlerimde bile…

Atımsın!

Ölümü çiğnetmedin düşmanıma,

Karanlıkta kurşun yağarken üstüme…”

*****

Bazı adamlar var; sevgisini, merhemli parmak uçları marifetiyle, dizelerine serpiştiren. Bazı kadınlar var; adına şiirler yazılan, sevgisini taaa yüreğine gömen, alıp başına tâc eden.

1983 yılında, evinde çalışırken beyin kanaması geçirdi. Altı ay hastanede, altı ay evde yoğun bakımda kaldı. Hayatının aşkı, eşi Azime Korkmazgil, bir gün bile kocasının başından ayrılmadı. Ancak kurtarılamadı Hasan Hüseyin.

40 yıl önce bugün, 26 Şubat 1984’te göçtü gitti başka bir diyara. Ama ölmedi! Şiirlerinde, dizelerinde yaşıyor; okudukça, andıkça, hatırladıkça, hatırlattıkça.

Kavganın, mücadelenin ve aşkın şairi; Hasan Hüseyin Korkmazgil. Ankara’da yatıyor şimdi, ebedi istirahatgâhında. Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum