içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Ahmed Arif, 101 yaşında...
Takvimlerden çıkar 21 Nisan'ı, Şiir Cumhuriyeti'nde çok büyük bir boşluk oluşur kıymetli dostlar. 21 Nisan ki, üç şiir ustasının doğum günü...
21 Nisan 1927, Ahmed Arif...
21 Nisan 1943, Abdülkadir Bulut...
21 Nisan 1955, Murathan Mungan...
Dün, 21 Nisan'da, tam da gününde; “Yazacak tek kelimem olmasa bile her gün masanın başına otururum” diyerek işine karşı olan disiplinini anlatan, kitap yazmanın çocuk bakmaya benzediğini belirten Murathan Mungan'ın doğum gününü kutlamıştık...
Bugün sırada Ahmed Arif var. Ahmed Arif ki, Cemal Süreya'nın ifadeleriyle;
"Arif dağları söyler, dağlardan söyler; en sahici, en gerçek… Dağların şiirini… Asi, geçit vermez, karanlık, karlı dağların şiiridir bu. Bir şiirden ziyade dağlara ağan bir ağıttır aslında mısralardan yükselen. Onun mısralarından özlem yükselir, sevda yükselir, hüzün… Dupduru pınarlardan, kirlenmemiş, kire batmamış zaman ve mekânlardan akıp gelen bir şiiri söyler Arif. Dicle kadar coşkun, Mezopotomya kadar mütevekkil. Şiirin dizeleri, kimileyin bir akışta başını kayalara vura vura ilerler kimileyin bir derviş gibi bağdaş kurup oturur zamanın sedirine. Bir zaman isyanın sesi olur şiirler bir zaman en yakıcı yoksulluğu anlatan öfke…
Onun şiirlerini her okuyuşta Anadolu rüzgârının terkisine binerek kurdun kuşun, el değmemiş çiçeklerin, uzak köylerin, gece karanlığı giyinmiş dağlıların, ovalara yayılmış amelelerin, kuş uçmaz kervan geçmez diyarlarda unutulmuş garibanların, mahpusların, ırgatların, dağ lalelerinin, karanfillerin, kardelenlerin ülkesine kanatlanırız. Sıkışıp kaldığımız kentlerin boğucu ikliminden özgürlüğe, özümüze… Sentetik, plastik dünyanın yapaylığından sahici hayatlara…
Dağlar dile gelir, isyan dört nal koşar damarlarımızda, keder en koyu gölgesiyle düşer omuzlarımıza, en çok da umut aşkla şahlanır içimizde. İyilerle kötülerin mücadelesi işlenir satır satır mısralarda. Umut şaha kalkar Ahmed Arif’in yüreğe akan şiirlerinde. Katıksız, katkısız bir Anadolu konuşur, analar konuşur. Analar… Gözünün yaşı kurumamış analar…"
Daha ne desin ki Cemal Süreya, değil mi dostlar? Yok yok bitmedi! Devam eder Cemal Süreya, Nâzım ile Ahmed Arif'i anlattığı yazısında:
"Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan «büyük ve bereketli bir ırmak» gibidir. Uygardır... Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları «âsi» dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. «Daha deniz görmemiş» çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde..."
Ustalar der; biz okuruz, dinleriz. Farkındalık yaratır, yol gösterir, ışık tutarlar; biz not ederiz. Ne kadar çok okur, dinler, not edersek; ne kadar çok çalışırsak dersimize, o kadar anlar; kendimize anlaşılır, yeni özgün bir yol keşfederiz. Biliyorsunuz, yürüdükçe yaklaşacağız aydınlığa. Bu bir Ahmed Arif yazısıdır dostlar. Buyurun; yüreğimde yer bulup fikrimde damıttıklarıma, Usta'ya...
Ahmed Arif, 101 yaşında...
*****
“Maviye, maviye çalar gözlerin!
Yangın mavisine…
Rüzgârda asi, körsem
Senden gayrısına yoksam, bozuksam
Can benim, düş benim, ellere nesi?
Hadi gel, ay karanlık...
İtten aç, yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel, ay karanlık...
Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı…
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş
Etme gel, ay karanlık...”
21 Nisan 1927’de, Diyarbakır’ın Hançepek semtinde bulunan Yağcı Sokak’ta doğdu Ahmed Arif. Hani hasretinden prangalar eskitmiş ya; her şey, yan yana dizilmiş bu 3 sözcüğün içindeydi sanki: Yandıkları, sevdikleri, vazgeçtikleri. Her kültüre bulanmış, ülkesini, memleketini, sevgiyi savunan şiirlerin şairi.
21 Nisan 1927’de, Diyarbakır’ın Hançepek semtinde bulunan Yağcı Sokak, 7 no.lu evde dünyaya geldiğinde; ailesi ona Ahmet Hamdi Önal adını verdi. Annesi Kürt, babası ise Kerkük kökenliydi.
Annesi Sare, Ahmed henüz bebekken hayata veda etti. Ahmed, sekiz kardeşin en küçüğüydü. Bundan sonra hayatı, babasının yeni eşiyle devam edecekti. Babası memurdu ve bu sebepten Diyarbakır’dan sonraki yaşayacağı yer Siverek olmuştu. Bundan sonra da bu taşınmalar devam ediiip gitti.
23 Nisan derler doğumuna çoğu yerde ama ustanın kendi ağzından dinleyelim: Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21. gününde doğmuşum, Diyarbakır'da Yağcı sokak 7 nolu evde. Yani, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden birinde. İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulu'nda okudum. Ortaokulu da Urfa'da. Liseyi ise yatılı olarak Afyon Lisesi'nde. Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar o lisedeydi, işte o yıllar.
Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik'in torunu yaşındayım tabii o zaman, hatta daha da küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 lira büyük paraydı o zaman için...
*****
Küçüklüğünden itibaren, hatta henüz daha anlamını dâhi bilmeden; hissederek yani ve insan olmanın gereği, adaletin peşindeydi hep. Haksızlığa tahammül edemeyen, büyümüş de küçülmüş bir çocuktu o. Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda bu yanı şiddetleniyordu. Bu durumun en ilgi çekici yanı ise, o hep sevgi doluydu. Ne kadar sevgi doluysa, o kadar kavgacı bir yönü de vardı. Ama arkadaşları için, okulu için, mahallesi için ederdi kavgasını; tabiatı böyleydi.
Özellikle sevdikleri söz konusu olduğunda bu yanı şiddetleniyordu. Bu durumun en ilgi çekici yanı ise, o hep sevgi doluydu. Ne kadar sevgi doluysa, o kadar kavgacı bir yönü de vardı. Ama arkadaşları için, okulu için, mahallesi için ederdi kavgasını; tabiatı böyleydi. Büyüdüğü coğrafya, onun sadece kişiliğini değil, yeteneklerini de şekillendiriyordu. Henüz küçük bir çocukken at binmeye başlamıştı. Oldukça iyi becerdiği bu eylemde ustalaşacaktı da. Bu konuda kesin bir tavrı da oluşacaktı ve yıllar sonra, “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz” diyecekti.
*****
“Çok iyi hatırlıyorum. Biz oyun oynuyoruz, üç tane adam bahse girmişler. Üç adam ama… Biri Arap, biri Kürt, biri de Zaza… Biri diyor ki beni göstererek: “Bu çocuk, Arap.” Öteki diyor ki: “Yok yahu, bu çocuk Kürt.” Üçüncüsü, “Bu ne Arap, ne de Kürt. Bu çocuk Zaza.” diyor. Biz oynuyoruz, onlar konuşmalarımızı dinliyorlar herhalde. Aralarında anlaşamayınca bir esnafa soruyorlar: “Bu çocuk nedir?” diye. Beş lirasına bahse girmişler. O zaman büyük para tabii. Esnaf “Üçünüz de yanıldınız” diyor. “Bu çocuk Türk."
Büyüdüğü coğrafya, onun sadece kişiliğinin değil, yeteneklerini de şekillendiriyordu. Henüz küçük bir çocukken at binmeye başlamıştı. Oldukça iyi becerdiği bu eylemde ustalaşacaktı da. Bu konuda kesin bir tavrı da oluşacaktı ve yıllar sonra, “Çünkü ben, şahlanmayan ata binmezdim. Kısrak ise, şahlanmaz.” diyecekti.
“Yiğit harmanları, yığınaklar,
Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.
Dize getirilmiş haydutlar,
Hayınlar, amana gelmiş,
Yetim hakkı sorulmuş,
Hesap görülmüş.
Demdir bu...
Demdir,
Derya dibinde yangınlar,
Kan kesmiş ovalar üstünde Mayıs...
Uçmuş, bir kuştüyü hafifliğinde,
Çelik kadavrası koruganların.
Ölünmüş, canım, ölünmüş
Murad alınmış...
Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuz iki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe, yemeğe...
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi…
İçim, bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta bıçağı, kınsız, uyanık
Ve genç bir mısradır
Filinta endam...
Neden, neden alnındaki yıkkınlık,
Bakışlarındaki öldüren buğu?
Kaç yol ağlamaklı oluyorum geceleri...
Nasıl da almış aklımı,
Sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan,
Dost, düşman söz eder kendi kavlince,
Kınanmak, yiğit başına.
Bu, ne ayıp, ne de yasak,
Öylece bir gerçek, kendi halinde,
Belki, yaşamama sebep...
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık...
Ve zehir - zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık...”
*****
Okul çağı geldiğinde ailecek Siverek’teydiler ve Ahmed, okuma yazmayı ilkokuldan önce çevresinden öğrenmişti. Ardından ilkokul kolay geçti. Ortaokulu Urfa’da, liseyi ise yatılı olarak Afyon’da okudu. Ancak lise mezuniyeti Diyarbakır Lisesi’nden oldu. Şiir yazmaya da işte bu sıralarda başladı. Lise sıraları, şiir sanatını en yoğunluklu icra ettiği zamanlar oldu. İlk şiiri, 1940’ta, Seçme Şiirler Demeti Dergisi’nde yayımlandı.
Ahmed, askerliğini İstanbul Riva’da yaptı. Ardından üniversite için Ankara’ya gitti. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolmuştu. Bu sırada, 1951 ve 1952’de iki kez TCK 141 no.lu maddeye muhalefetten tutuklandı ve bu sebeple de yükseköğrenimini tamamlayamadı.
1940 ile 1955 yılları arasında başka başka dergilerde şiirlerini yayımladı. 1956’dan sonra Medeniyet, Öncü ve en son da Halkçı gazetelerinde düzeltmen olarak görev aldı. Bu şiirlerde kendine has hayal gücü göze çarpıyor ve lirizm ile Türk edebiyatında özel bir yer edinmek için ilk adımlarını atıyordu. Bir gün Türkçeyi en iyi kullanan şairler arasında anılacaktı adı.
Şiirlerinde her zaman ezilenden yanaydı ve insanlığı, kardeşliği vurguluyordu. Bir gün, yazdığı şiirle de ölümün eşiğinden dönecekti.
Bir gece geldiler, aldılar onu “33 Kurşun” şiirinden sebep ve sabaha kadar dövdüler. Sonra sokağa bıraktılar. Sabah çöpçüler bulacaktı. O zamana kadar da sokak köpekleri koklamak için burnunun dibine kadar gelmiş, “Ya beni öldü sanıp yerlerse.” diye ödünü koparmıştı.
*****
Bütün bir ömrünü kavgası ve Leyla'sı için harcadı Ahmed Arif. Diyarbakır’a sürgüne gitmeden önce, Ankara'da bir dost toplantısında tanıdı Leyla Erbil'i. Büyük aşktı Ahmed Arif’inki. Onu öyle seviyordu ki, “Sen ister dostum ol, ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol.” diyordu. Yıllar sonra bu aşk, Leylim Leylim kitabında anlatılacaktı.“Ahmed gibi sevmek” diye bir deyim bile oluşabilirdi bu aşktan.
Leyla Erbil’e mektuplar yazıyordu Ahmed Arif ve her mektubun sonunda “Senin” diyordu. Arif’e göre, Leyla’ya doymak korkunç bir ahmaklık olurdu. Sonsuz aşkı, şairliği ile perçinleniyordu. Binlerce yıldır aradığı, hasretini çektiğiydi. “Gün yirmi dört saat seni düşünmek; ne yüce, ne sonsuz bir duygu bu, bilir misin ki?” dediği Leyla’sı, gün geldi evlendi. 13 Nisan 1955’te, evliliği üzerine bir mektup daha yazdı: Evleneceksin demek? Herhal çocuğu sevdin! İnşallah mesut olursun canım. Ama müstakbel kocan bana yazdığına kızmayacak cinstendir inşallah. Yoksa seni kaybetmek, sesini duymamaktansa gebereyim daha iyi olur.
“Seni anlatabilmek seni!
İyi çocuklara, kahramanlara…
Seni anlatabilmek seni;
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana…
Art arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim…
Saçlarına kan gülleri takayım;
Bir o yana,
Bir bu yana...
Seni bağırabilsem seni!
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana.
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne…
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...”
Karşılık alamasa da yazmaya devam etti Ahmed Arif. Böyle rahatlayabiliyordu sadece. “İki milyar beş yüz milyon âdem evladının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?” diyordu. Sonra istediği oldu; kâğıda döktüğü sevgisi, çığlıkları, belki de plânladığı gibi, biz yeryüzündeki âdem evlatları tarafından öğrenildi.
*****
Ahmed Arif, 1967 yılında Aynur Hanım’la evlendi. Bu evlilikten, 1972’de oğulları Filinta dünyaya geldi. Filinta isminin anlamı büyüktü hayatında. Oğlu hayatında sadece ismiyle yer etmemişti. O, hayatındaki her şeyin karşılığıydı. Kendi deyimiyle yaşamındaki en büyük sevinci baba olduğu gün yaşamıştı. Öyle ki, tam 2 yıl oğlunun nüfus kâğıdını cebinde, kalbinin üzerinde taşıdı. Sanki içi bolca para dolu bir cüzdan taşır gibiydi. Oğlu vardı artık; oğlu dünyanın en güzel güverciniydi, en güçlü silahı.
Rüyalarında bile şiir yazıyordu Ahmed Arif. Şiir, Ahmed Arif’in hayatında yemek, içmek gibi bir eylemdi. Öyle ki; yazmasa yaşayamaz, bu duygudan uzak kalamazdı. Kendini en verimli hissettiği zaman geceydi. Geceleri şiir yazmayı alışkanlık haline getirmişti artık. Geceyi de aşıp onu rüyasında yakalayan ilham perileri vardı. Çoğu zaman uykusundan uyanır, rüyasında içine düşen mısraları kâğıda dökerdi. Daha çocukluğunda yakalamıştı onu bu rüyalar. O zamandan beridir ki, Ahmed, rüyasında şiir okur, mısralar söylerdi.
Ahmed Arif; özellikle lise sıralarında, gençlik döneminde çok fazla şiir yazmıştı. Ancak hepsi elinden uçup gitmişti. Defterler dolusuydu hâlbuki. Gecede en az 8-10 sayfa yazıyordu. “Her biri bir kızda kaldı.” diye açıklıyordu bu dönemi. “Birçoğu da poliste. Geri alamadım, vermiyorlar.”
En güzel yıllarını, kendisine hep çeyrek ekmek verilen parmaklıklar ardında geçirmişti. Polishane, kodes, dam gibi sözcüklerden hiç hoşlanmıyordu. Mahpusluk için en güzel ismin “Makamı Yusuf” olduğunu düşünüyordu. Yusuf Peygamber gibi şerefli bir dava için hapiste kaldığını bildiğinden, bu tabir kesinlikle çok uygundu.
*****
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”
Onun şiirleri; hayatı, aşkı, sevgiliyi kapsıyordu. Hem o zamanlar şiirin yeri, insanların gözünde bir başkaydı. Öyle ki, insanlar kendini bir şiirle ifade etmek dururken başka bir şeye yeltenmezdi. Ahmed Arif şiirleri de oldukça ilgi görüyordu. Hatta bir öğretmen, nikâhında şeker dağıtmak yerine 500 adet Ahmed Arif şiir kitabı almış ve dağıtmıştı. Ahmed Arif bunu öğrendiğinde utançla karışık bir mahcubiyet yaşamıştı.
Elbette Ahmed Arif de şairden önce bir insandı ve sevdiği, sevmediği şeyler vardı. Meselâ sevdiği kitaplarda başı Andre Malraux’tan “İnsanlığın Hâli” çekiyordu. İnanıyordu ki bu kitap; kendisini çocukluktan, cahillikten kurtarmıştı. Dünyanın kaç bucak olduğunu öyle bir öğretmişti ki, onun hayatı tanıma rehberi işte bu kitaptı.
Bundan başka, Tolstoy, Dostoyevski ve Emile Zola’yı da okumalara doyamıyordu. Sonra Beethoven’den Dokuzuncu Senfoni ve Schubert’ten Dünyayı Dolaşan Şarkı’yı dinlemeye bayılıyordu. Klasik müziğin yanında bir de halk müziğine ilgi duyuyordu. Hemşerisi Şark Bülbülü olarak tanınan Celal Güzelses ve bir de Ruhi Su’ya hayrandı.
“Bizim çocuklar, Filinta’nın yaşındakiler rock müzikle, heavy metal dedikleri bir müzikle uğraşıyorlar. Onlarda da bazı güzellikler sezmiyor değilim.” de diyordu bir yandan. Sadece şiir yazmakta iyi değildi elbette. Yemek yapmayı da seviyordu. En iyi yaptığı ve en sevdiği yemek, mercimek çorbasıydı. Bir şölene dönüştürmek istiyorsa; kendi elleriyle çiğköfte yapar, dostlarıyla paylaşırdı. Ayrıca ekmeği ve sütü de özellikle kendisi alırdı.
*****
Ahmed Arif, emekli olduktan sonra Ankara’da bulunan mütevazı evine çekildi. Her zaman gösterişten ve gürültüden uzak durmuştu. Bu durumu “Çünkü ben doğuluyum.” diye açıklıyordu. Aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuktu o. 1983’te anacığı Arife’yi kaybetti. Okutulmamıştı; onun gözünde şirin bir kadındı. Ancak anacığı, oğlunu “Ankara’ya gitmiş ve komünist olmuş.” diye tanımlıyordu. Artık evinde yalnız yaşıyordu. 2 Haziran 1991’de kalp krizi geçirdi. Kalbi yalnızlığa mı dayanamamıştı, yoksa çok mu yorgundu?
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum