içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

ÖMER SEYFETTİN
 
“Uzak ve bilinmez masal adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda uçuşuyorlardı. Çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış, kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi vatanlarına, gerçekten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyorlardı…
Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran Kız Kulesi hayâlime dokunuyor, ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık dualarıyla uyutarak aklımdan bütün çevremin, semtimin yankılarını siliyordu…
Artık vapurda olduğumu unutuyordum…
Ömrümde her gün birkaç şiir okuyan ve düşünen bir adamın, o tuhaf ve hastalıklı hâli etrafımı bozuyor; Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıp Fakültesi’ni ve koca kışlaları silerek hiç görmüyordu...
Onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum…
Gerçekte olmayan, yalnız kendi hayâlimde yarattığım bu manzaraya; bu yüce ve büyük manzaraya bakarak, “Ah, aşk yeri… Ah, işte aşk yeri...” diyordum…
Martıların, “Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına… Orada sizi beyaz çiçekler, ezeli ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var, geliniz haydi oraya…” diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini işittikçe, hayâlim bütün bütüne dumanlanıyor, adeta başım dönüyor…”
Yine, yeniden bize hediye güne, olabildiğince acı ve yitik insan hikâyeleriyle dolu ama umudumuzu kaybetmediğimiz ve gelecek güzel günlere inandığımız bu Perşembe gününe; Ömer Seyfettin’in, vapurda karşılaşan iki arkadaşın yaklaşık bir saatlik sohbetini ele aldığı ‘Aşk Dalgası’ adlı hikâyesiyle başladık dostlar…
Gün, Ömer Seyfettin…
*****
6 Mart 1920’de, İstanbul’da ayrıldı aramızdan…
36 yıllık kelebek ömrüne 140 öykü sığdırdı. Kendine özgü dil ve yazın anlayışıyla çağdaş öykücülüğümüzde özel bir yeri olan Ömer Seyfettin; kahramanlık öykülerinin ya da geleneksel hayatın sert gerçeklerini anlattığı öykülerin yanında, gündelik hayatı, sıradan insanları, memurları, kadın-erkek ilişkilerini, dolayısıyla yaşamı bütünüyle kapsayan türde öyküler yazdı…
*****
Hemen hemen hepimizin çocukluğuna dokunan öykülerinden biri olan Kaşağı’da da, aslında kendi çocukluk yıllarındaki anılarını yazar Ömer Seyfettin. Yalan söyleyen ve iftira atan çocuk, istemeyerek de olsa kardeşinin ölümüne neden olur…
Ne dersiniz? Buyurun yaşanmışlıklarla, belki de yarım kalmışlıklarla dolu mis gibi kâğıt kokan saman sarısı kitap sayfalarının arasına dalmaya; geçmişe-anılara, Kaşağı’yı tekrar okumaya, hatırlamaya:
“Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. ‘Kuşpalazı’ dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu. Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu…
– Niye ağlıyorsun, diye sordum.
– Kardeşin hasta.
– İyi olacak.
– İyi olmayacak.
– Ya ne olacak?
– Kardeşin ölecek, dedi.
– Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayâli gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu…”
*****
Çocukken, biz de çok çocuktuk! Çamura bulanır, oyunlar oynardık şimdiki çocuklar gibi...
Ya yüz yıl geçti üstünden, ya bin yıl? Ama bir asır. Evet, bir asır olmalı. Geçtiğimiz yüz yıl. Bin doküz yüzlü yıllar efenim, anlatacaklarım yine ‘Eski Türkiye’den yani anlayacağınız...
Annelerimiz - babalarımızdan, ailemizden, öğretmenlerimizden, yakın çevremizden, arkadaşlarımızdan öğrendik biz; iyiyi, kötüyü... Yanlışı - doğruyu...
Yalan söylemenin, iftira atmanın, küçücük bir hak yemenin bile, nelere yol açabileceğini, kötülüklerini... Zararlarını...
"Kötüye kötü", "İyiye iyi" deniyordu o zamanlar. Yuvarlanmıyordu laflar. ‘Gibi gibi’ değildi davranışlar. Neyse o idi. Her şey olması gerektiği gibiydi...
Yoktu çakmalar hayatımızda, her şey aslıydı. Ta kendisiydi. Olabildiğince gerçekti...
Dobraydı, şeffaftı insanlar...
Baktın mı yüzünden; yüreğini de görürdün, hem de en derininden...
Yani eskidendi, çooook eskiden...
Bir de, bir de dedim ya: Ömer Seyfettin'in öyküleri vardı...
*****
11 Mart 1884’te, Gönen’de doğdu minik Ömer…
Bilir misiniz? Bilmem kaç nesil büyüdü o Ömer Seyfettin öyküleriyle. Usta'nın öykülerinden öğrendik biz birçok şeyi. Gelişimimizde önemli rol oynadı o öyküler...
Öykücülüğünün yanında; kendini milletine adamış, bir kocaman yürektir Usta. Öğretmendi aslında...
Savaş başladı. Vatan mücadelesine nefer gerekti. Vatanına nefer oldu, asker oldu Usta...
Vatana, millete; nerede hizmet edilmesi gerekiyorsa, oradaydı Ömer Seyfettin. Hem cephede savaştı, Vatanı kurtarmacasına. Hem yazdı öykülerini, çokça...
*****
Muzip, esprili bir yanı da vardı. Çevresi tarafından hep ilgi odağıydı. Nasreddin Hoca'yı çok severdi. Arkadaşı Mustafa Mermi, bu konuyu şöyle anlatır: Manzum, poem düzeninde yazdığı bir Nasrettin Hoca’sı vardı. Ama fıkralarını hocadan almıyor; aynı esprilerle, gündelik hayattan kendisi çıkarıyordu. İçinde çok güzel şakalar vardı. Sık sık Merkez-i Umûmî’de; Ziya Gökalp’in odasına gelir, yazdıkça bizlere okurdu. Kahkahalarla gülerdik. Ziya Gökalp da, "Bizim de nihâyet bir millî Nasrettin Hoca’mız türedi. Ömer'e de ileride, Seyfettin Hoca diyecekler" derdi.”
*****
Yakın dostu Aka Gündüz ise şöyle anlatır Ömer Seyfettin'i: Güzel adamdı... Çiçek hastalığından sebep, birkaç zayıf teli kalmış kirpiksiz gözleri; bir noktada duramayan, iki damla mavi ışıktı. Kendisi sarışındı. Ortadan az uzunca boyluydu. Elleri pek zarifti. Çocukluğunda babasının kendisine; çiçek aşısı yaptırmadığından dolayı, içinde hep bir hicran vardı. "Çok yaşayacağım, babam gibi seksenimi bulacağım" derdi. İhtiyarlığına ait hıfzıssıhha şartlarını; o zamanlardan tasarlardı ya, henüz 36'sında gitti...
*****
Orhan Veli de 36’sında gitti ya! Sadece 36 yıllık kelebek ömürlü yaşamındaki hizmetleri yetmemiş olacak ki; cenazesi bile kadavra olarak kullanıldı Usta'nın...
Milli Edebiyat akınının kurucularındandı...
36 yılda; dile kolay, tam 140 hikâye yazdı. Edebiyatımızda hikâyecilik serüveni, O'nunla başladı...
Milletimiz o zamanlar ne acı çekmişse, onun öyküsünü yazdı Usta. Şimdiki gibi çakmalardan değil; öyle en hakikisinden, milli ve duyarlı bir aydındı...
O'nu kültürel milliyetçiliği üzerinden eleştirenler de oldu. Ne yazsaydı yani? Bir milletin yok olmak üzereyken, yeniden ayağa kalktığı; yaşadığı o mücadeleci zamanlarda, yokluklarla boğuşulan kötü koşullarda, savaş ortamında; eğlence hikâyeleri mi yazsaydı? Yazar, şair; ne hissederse onu yazar dostlar, onu döker yüreğinden parmak uçları vasıtasıyla kaleme…
*****
Usta'yı, o buram buram samimiyet, yaşanmışlık kokan muhteşem öyküleriyle değil; doğduğu yeri, köyünü anlattığı, kısacık ama çok anlamlı bir şiiriyle anmak istiyorum:
DOĞDUĞUM YER
Buralardan çok uzakta bir köydü!
Beyaz, billur bir derecik içinden;
Hıçkırırdı, sevinerek geçerken.
Kenarında vardı birçok söğüdü...
İnsan köyünü, bu kadar mı içten anlatır be Usta! Ruhun şad olsun. Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum